Yıllardır bildiğim,uzaktan da olsa tanıdığım, hemşerim, meslektaşım ve Siverek’li yazar Rıfat Mertoğlu ile kısa bir yazışma sonucu ortaya çıkan röportajı sizinle paylaşmak istedim.
Yıllar önce İzmir Kordon Boyunda, eski bir çarşıda çay içmiş, birkaç fotoğrafını çekmiştim. O zaman romandan çok, sendikal mücadele, genel siyaset ve öğretmenlik üzerine konuşmuştuk. Ayrıca bayağı bir zaman önce Taşın ve Aşkın Ezgisi adlı romanıyla ilgili bir yazı da yazmıştım. Hem doğduğum toprakları anlatması, hem de tanıdık duyguları, tipleri ve olayları anlatması ilgimi çekmiş, zihnimde yer edinmişti.
Rıfat Hoca yazmaya devam etti. Birkaç kitap daha yazdı ve en son Dedemin Ayakkabıları adlı bir roman yazdı.
Bunun üzerine yazışma ihtiyacı duydum. İstedim ki yazdıkları bilinsin, tartışılsın ve edebiyat alanında ki karnesi notlarla dolsun. Elbette Rıfat Hoca’yı başkaları da yazdı, yazıyor. Ben içimden geçenleri Rıfat Hoca’ya sormaya çalıştım. Okuduğunuzda, kafanıza bir soru takılırsa ya da soracağınız sorular varsa , lütfen yorum kısmın yazın. Er geç cevap yazacağını biliyorum.
Görüşmemiz mutlak eksik kalmıştır, unuttuğumuz bir şey olmuştur. Dolayısıyla olaya el koymanız en iyisi, eminim güç katarsınız.
Yazarımıza sormadan, danışmadan hoş görüsüne sığınarak, böylesi bir yöntemi denemek istiyorum. İstiyorum ki okuyucun da çorbada tuzu olsun.
Umarım beğenir, çalışmamıza renk katarsınız…
- Sayın Rıfat
Mertoğlu kendinizi nasıl tanımlarsınız? Kimsiniz?
Siverek’te Fırat nehrine yakın bir mezrada 1970 yılında doğdum. Çocukluğum koyunların, kuzuların, keçilerin peşinde koşmakla geçti. Kırlarda, geçitlerde eşkıyalara, çerçilere rastladım, silah sesleriyle büyüdüm. Ailemin Çukurova’ya göç etmesi nedeniyle İlköğretim ve liseyi Tarsus’ta bitirdim. Hem okudum, hem de aileme katkı sunmak için tarlalarda çalıştım. Sivrisineklerle fokurdayan pamuk tarlalarında, sebze, meyve bahçelerinde uzun yıllar emek harcadım. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi bölümünden mezun oldum. Kısa bir süre gazetecilik yaptım. Özel firmalarda çalıştım. Daha sonra öğretmen olarak atandım, 21 yıl MEB’e bağlı okul ve kurumlarda yöneticilik yaptım. Öğretmen Akademisi Vakfında kısmi zamanlı eğitme olarak görev aldım. BM’in Kadınların ve Kız Çocuklarının İnsan Haklarının Korunması ve Geliştirilmesi projesinde çalıştım, eğitimler verdim.
- Roman yazmaya ne zaman başladınız?
İlk romanım olan Taşın ve Aşkın Ezgisi’nin yazımına 2000 yılında başladım. Bu kitabım 2004 yılında yayınlandı. Ortaokul yıllarından beri çeşitli gazetelerde şiirlerim ve yazılarım yayınlanmaktaydı. Edebiyata karşı ilgim vardı.
- Böyle bir tercih yapmanıza neden olan herhangi bir sebep var mı?
Önceleri şiir yazıyordum, bu şiirlerimi yerel ve ulusal gazete ve dergilerde yayınlıyordum. Sonra şiir duygularımı aktarmada yetersiz kaldı, yazdığım şiirler çok sağlam değildi. Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Enver Gökçe, Yılmaz Odabaşı, Cemal Süreyya şiirlerini okudukça yazdıklarıma gülüyordum. Sonra şiiri bıraktım, bir iki kısa öykü denemem oldu, baktım düz yazıda daha başarılıyım, romana yöneldim. Bu yönelme de tamamen tesadüfî oldu. Siverek’te bir grup öğretmenle ‘Küçe’ isminde kültür sanat dergisi çıkarıyorduk. Bu dergi için Keçeciler hakkında bir yazı yazmam istendi, Gümrük hanında bulunan keçecilerle görüştüm, onların hayatlarını araştırdım, baktım elimde epey materyal birikti. İlginç yaşamları vardı keçecilerin. Keçe sanatı da son demlerini yaşıyordu. Onların yaşamlarından esinlenerek ilk romanımı yazdım. Roman yayınlandıktan sonra müthiş bir ilgi gördü, okuyanlar beni ziyaret etmeye başladı, yolda karşılaştığım okuyucular yolumu kesti, sorular sordu. Bazıları yeni doğan çocuklarına roman kahramanlarımın ismini verdiler. Roman hayata iz bırakıyordu. Böylece yeni romanlara yöneldim.
- Romanlarınız genelde Fırat Vadisinde geçiyor. Bunun özel bir nedeni var mı?
Fırat vadisi çocukluğumun geçtiği yerdir. "İnsanın anayurdu çocukluğudur,” derler. Çok uzaklara gittim, yabancı yerlerde büyüdüm ama dönüp dolaşıp anayurduma geldim. Çocukken vadi bakirdi, yol, elektrik yoktu. Eşkıyalar, kaçakçılar, çerçiler cirit atıyordu. Hikâyeleri, masalları, destanları çoktu vadinin. Osman Şahin, Fırat’ın Cinleri filmini burada çekmiş, "Fırat’ın Sırtındaki Kan” romanını burada yazmıştı. Ben de bu vadinin çocuğuydum ve benim de hikâyelerim vardı. Tille’nin Gelini’nde Fırat vadisinde barajdan sonra sulara gömülen bahtsız Tille’nin hikâyesini yazdım. İçimde biriken, yüreğimin köşesinde tortulaşan hayatları gün ışığına çıkarmaya çalıştım. Sonradan baktım, vadide yaşananların bir kısmı halen içimdeydi, Dedemin Ayakkabıları’nda onları da paylaştım. Dedim ya Fırat Vadisi bitmez tükenmez hikâyelerle doludur. Mitolojik çağlardan bu yana nice destanlar biriktirmiştir.
- Mesela Şiir, öykü, deneme varken neden roman?
Şiirde, öyküde nefessiz kaldığımı, duygularımı özgürce ifade edemediğimi fark ettim. Küçük bir göl düşünün birkaç kulaçtan sonra karşı yakaya varıyorsunuz. Oysa yüzmek istiyorsunuz, daha fazla kulaç sallamak istiyorsunuz. Roman bir denizdir. İstediğim gibi yüzüyorum, özgürüm yani… Bir de şu var, okuyucu ne yazmanız gerektiğine karar veriyor, ilk romanıma gösterilen yoğun ilgi, yönümü belirlememe çok katkı sundu. Yeni bir roman yazmam için adeta teşvik etti beni. Ben de farkına vardım ki, romanda daha başarılıyım.
- Ben hep merak ederim, yazarlar amaçları için mi yazar?
Amaçtan ne kastedildiğine bağlı biraz, ben içimde biriken duygularımı paylaşmak istediğim için yazıyorum. Yazarken yeni bir dünya kurguluyorum, o dünyada yeni kahramanlar var, yeni olaylar, yeni duygular, yeni bir atmosfer. Okuyucuyu da bu yeni dünyamda gezintiye çıkarıyorum, eğer okuyanlar bu hayatın gizemli sokaklarında benimle dolaşıyorlarsa başarılıyımdır. Eskiden bu işi dengbêjler, çirokvanlar yapıyordu. Amacım biraz da okuyanın hayal dünyasını harekete geçirmektir. Diğer taraftan yazarların, şairlerin bu işi para kazanmak amacıyla yaptıklarına inanmıyorum.
- Romancı olmasaydınız, yazın alanında tercihiniz ne olurdu?
Romantik denemeler yazmak isterdim. Bazen deniyorum, aşk ve sevgi üzerine kısa şiirsel denemeler… İnsana özgü en güzel duygudur aşk, onu anlatırken kutsal sözcükler kullanmalı. İmgesel cümlelerle onu destanlaştırmalı.
- Türkiye’de roman yazarlığı ne durumda, dünya ile kıyaslamak gerekirse düzey nedir?
Dünyada kitap okuma oranlarına bakıldığında Avrupa ülkelerinin büyük farkla önde olduğu görülmektedir. Yüzde 21 ile Fransa ve İngiltere ilk sıralardadır. Japonya yüzde 14 ve ABD ise yüzde 12 civarındadır. Türkiye’de bu oran yüzde 0,1 düzeyindedir. Türkiye’de en çok kitap okuyan il Ankara, en az okuyan il ise Urfa’dır. Bu kısa bilgilerden sonra roman ve diğer türlere göz atalım. Dünyada çok satanlar listesine bakıldığında; roman dışı türler yüzde 54, roman, öykü, şiir yüzde 17, yaşama, başarı, sağlık konusundaki kitapların oranı yüzde 29’dur. Bu oranlara karşılık Türkiye’de en çok okunan türün roman olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Son yıllarda roman satışının fazlalığı bunu gösteriyor. Dünyada roman dışı türler daha fazla okunuyorken, ülkemizde durum tam tersidir.
- Son soru ilerde neyi yazmak istiyorsunuz?
Babamın romanını yazmak istiyorum. Okuma yazması olmadığı halde, eşkıyalara, ağalık sistemine kafa tutan, uzun süre onlarla çatışan, feodal düzenle tek başına başa çıkamayacağını anlayınca sürgüne giden, orada da hayata kafa tutan bir Mezopotamyalı. Evet, onun romanını çoktandır kafamda kurguluyorum.
- Sorulmayan bir soruya cevap vermek ister misiniz? Soru sizden, cevap sizden J
Yazar olmak isteyenlere önerileriniz nelerdir?
Yazar olmadan önce çok iyi bir okur olmalı insan. Çevresine, insanlara ve diğer canlılara duyarlı olmalı, iyi gözlem yapmalıdır. Yazar, özgür olmalı, korkularından arınmalı. Yazdığı metni de serbest bırakmalı, gerekirse kahramanlarının peşine takılmalı. Ve haddini bilmeli yazar.
- Sayın Mertoğlu, 5. Romanınız olan "Dedemin Ayakkabıları” okuyucu ile buluştu. Bu romanınızda hangi temayı işlediniz? Neden "Dedemin Ayakkabıları”?
Memleketim Siverek ile Adıyaman toprakları arasında Fırat nehri akar ve nehir boyunca bir vadi uzanır. Bu vadi yakın zamana kadar gözlerden ıraktı, yolu yoktu, yabancıların kolaylıkla gidip görebileceği bir yer değildi. Kendi içinde acılarıyla, hayalleri, umutları ve coşkularıyla devinen, kan davaları, ölümler, talanlar yaşayan bir vadiydi… Dağlar, uçurumlar, kanyonlarla kaplı, nar bahçeleriyle süslü, cenneti andıran bir mekân. Benim çocukluğum da bu vadide geçti. 1940’lardan, 1980’lere uzanan kan davaları nedeniyle mantar gibi eşkıyaların çoğaldığı vadide, silah seslerine, ağıtlara, çığlıklara çocuk yüreğimle çok tanıklık ettim. Vadi, Siverek şehrine yaklaşık 30 km uzaklıktadır. Köylüler, ihtiyaçlarını karşılamak için bu mesafeyi yürüyerek şehre gelirlerdi. Bu geliş gidişlerinde ayakkabıları yıpranmasın, yırtılmasın diye bağcıklarını birbirine bağlar omuzlarına atar, şehrin girişinde giyerlerdi. Dönüşte de aynı şeyi yaparlardı, taşların, dikenlerin batmasıyla kanayan ayaklarını içine tuz konulmuş su dolu leğene koyar, dinlendirirlerdi. Özellikle deri ayakkabı pek bulunmazdı, ondan dolayı kıymeti çok bilinirdi. İşte, "Dedemin Ayakkabıları” ismi buradan geliyor. Bu romanda bir vadiyi anlatıyorum; vadide yaşanan kan davalarına, ölümlere, efsane aşklara, eşkıyalara, çerçilere, sofilere dokunuyorum. Çaresiz insanların hayallerini, umutlarını, acılarını, sevinçlerini vermeye çalışıyorum.
Yaşanmış bir hikâye miydi bu?
Fırat vadisi, mitolojik çağlardan bu yana insanların acılarına tanıklık etmiş bir vadi. Yakın tarihimizde ise yurtlarından koparılan Ermenilerin yaşadıkları ayrı bir trajediye tanık oldu. Vadide eskiden Ermeniler de vardı, biraz o yaraya dokundum. Yıllar sonra karşılaşan insanların hikâyeleri halen anlatılır oralarda. Tesadüf sonucu hayatta kalan Usik, altmış yıl sonra içinde büyüttüğü özlemle köyüne gelir. Bakar ki nişanlısı Satê, en yakın arkadaşıyla evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış. Bu trajik olay bile başlı başına bir romandır aslında. Zaman bulanık bir nehirdir ve nereye akacağı belli değildir. Ve işte zaman bu iki ihtiyarı yeniden buluşturmuştur.
Ya eşkıyalar?
Ben bir vadiyi anlatıyorum. Orada eşkıyalar da, çerçiler de, dengbêjler de, sofiler de, şeyhler de, ağalar da vardı. Eşkıyalık geleneği Anadolu’da çok eskilere dayanır. Vadide ise 1940’lardan sonra hızla yayıldı. Eşkıya aslında bir tür kaçaktır, kanundan kaçar ve daha çok adi suçlular için kullanılır. Vadide onlara "mahkûm” deniyordu. Kan davası nedeniyle adam öldürenler, kanundan kaçarak, ‘mahkûmluk kürkü’ giyiyor, dağlara, mağaralara sığınıyorlardı. Bazıları yalnız, bazıları çeteler halinde gezerdi. Örneğin vadide Bekiro ünlü bir eşkıyaydı. Onların da uydukları belli kurallar vardı, mesela kadınlara ve çocuklara ilişilmezdi. Kadın öldüren eşkıya diğer eşkıyalar tarafından hemen cezalandırılırdı. Vadinin bir dönemine ayna tutan "Dedemin Ayakkabıları”ında eşkıyalar es geçilemezdi. Aynı şekilde dengbêjler de hayatın önemli bir rengiydi. Onun için sesler de ayrı bir motif olarak yerini aldı romanda.