3.Göz

31-10-2023 22:31
3.Göz

İrfan Yorgun yazdı...

 

Giriş

Genellikle toplumsal kaoslar ve çatışmalar yoğunlaşınca en temel tartışma konularından birisi "DEGERLERİMİZ” olur ve hemen ardından "Nasıl Yaşamalı? Ne Yapmalı?” soruları gelir aklımıza. Tabi ki, bu tartışmalar derinleştikçe kendimizi felsefe, bilim, ahlak ve din konularının içinde buluveririz.

Toplumsal çağ ve dönem olarak kaotik bir zamanı daha yaşıyoruz. Dolayısıyla bu zamanın ruhunu anlamak ancak felsefe ve bilime yönelerek mümkün olabilir. Bu temelde arayış ve tartışmaların doğru bir zeminde gelişmesine katkı sunulması amacıyla biz de bu alanlara yönelerek günümüzdeki sorunları anlamaya ve değerlendirmeye çalışacağız.

Yaşamımızın birçok alanında hızlı değişmelerin olduğunu gözlemliyoruz. Teknolojik değişim ve gelişmeler yaşam koşullarımızı kolaylaştırdığı kadar ekonomik, sosyal ve siyasal yaşam koşullarımızın daha da sorunlu hale geldiğini görüyoruz. Ancak bu değişimlerin bizleri nereye sürüklediğini yeterince kestiremiyoruz. Nüfusu 50- 100 bin kişilik şehirlerde ya da daha küçük kasaba veya köylerde doğduk. Şimdi yüzbinleri, milyonları aşan yerleşimlerde yaşıyoruz. Yaşam ihtiyaçlarımız, ilişkilerimiz kısaca birçok şeyimiz çocukluğumuz, gençliğimizdekilerden çok çok farklılaşmış durumda. Doğal olarak dilimizde dolaşan en çok aşina olduğumuz kavram "değişmiş ha değişmiş!”. İşte bu toplumsal değişimin ifadesidir.

 Toplumsal Değişim konusu hem toplum felsefesinin ve hem de sosyal bilimin (sosyolojinin) ortak konularındandır. Bu konuda her iki alanda da çeşitli toplumsal değişim teorileri ileri sürülmektedir. Yakın dönemde ön plana çıkmaya başlayan kuramlar "değişim sosyolojisi” kapsamında gelişmektedir.

"Benim görüşüme göre, toplumsal gerçekliği anlamlı kılmanın tek yolu, dünyayı tarihsel toplumsal sistemlerden oluşmuş bir şey olarak algılamaktır. Bu sistemler, esas olarak çıkarlarını gözeten, kendi kendilerine yeten, işleyişlerini yöneten, yasaları olan ve hepsinden öte, kendi yaşamları olan varlıklardır. Bunlar varlık bulur, kendi yasalarına göre gelişir ve en sonunda süreçlerinin dengeden uzaklaşmasıyla bir çatallanmaya, kaotik dalgalanmalara varırlar ve nihayetinde de kendi yerlerini, önceki tarihsel sosyal sistemin sona erdiğine işaret eden yeni bir düzene bırakırlar. Bu nedenle, tarihsel sosyal sistemler hem sistematik (yasaları vardır) hem de tarihseldir (bir ömürleri vardır ve gelişim gösterirler) …

Bugüne dek -uzun bir zaman boyunca- bu tür tarihsel sosyal sistemlerin çoğu, dünya- sistemi olmuştur. Buradaki ‘dünya’ kelimesi, kendisine eksen aldığı bir iş bölümü içeren ve birçok ‘yerel’ kültürü kapsayacak büyüklükte olan bir sosyal sistemi ifade etmektedir. Bugüne dek, Modern Dünya- Sistemi’nin on altıncı yüzyılda yerküresinin bir bölümünde ortaya çıkan, yerkürenin diğer tüm bölgelerini kendi yörüngesine dâhil etmek üzere genişleyen ve bugün, yapısal bir kriz noktasına ulaşan -ve bu kriz sırasında kendisini ‘kapitalist dünya ekonomisinden’ başka bir şeye dönüştüren bir sistem olduğunu savundum…”.  (Wallerstein, 2013, s. 189- 190) .

Viyana Çevresi veya Annales Ekolleri temsilcilerinin bu konulardaki çalışmaları incelenmeye değerdir.

Toplum, değişim sosyolojisine göre yapısal- işlevsel olarak ekonomik sistem, toplumsal ilişkiler ve gruplaşma sistemi (sosyal), güvenlik sistemi, siyaset sistemi ve toplumsal zihniyet sistemlerinden oluşan ve sürekli değişim halinde olan canlı bir organizmadır. Biyo- anatomik olarak mikro- sistem olan insan, sosyal- kültürel olarak makro- sistem olan toplum, sürekli değişim halinde olduğu için her toplumsal biçimlenme de kendi çağında bir toplumsal- dünya sistemine dönüşmüştür. Bu toplumsal dünya- sistemlerini biz "toplumsal çağlar” olarak tanımlamaya çalışıyoruz.

İlk toplumlar, neolitik köy toplumları ve uygar toplumlar en temel toplumsallaşma türleri olarak tanımlanmaktadır. Her toplumsal dünya- sistemi dönemsel olarak kendisine özgün koşulları olan süreçlere sahiptir. Değişim sosyolojisi kapsamındaki yönteme göre; toplumsal değişimleri "toplum- süre” bağlamında "Dönüşüm (Devrim)- Oluşum Dönemi”, "Gelişim (Evrim) Değişim Dönemi” ve "Kriz- Kaos Aralığı Dönemi” olarak tanımlamak mümkündür.  (Yorğun, 2023, s. 97- 107) . Bu süreçlerden "Kriz- Kaos Aralığı Dönemi” konumuz açısından üzerinde duracağımız öncelikli süreç olacaktır

Yine toplumsal sistemler içerisinde felsefe, bilim, ahlak ve din en çok tartışılan olgular olduğu için bunları kavramsal, olgusal ve işlevsel olarak inceleyip tanımlamak ve sonra birbiriyle ilişkilendirmek konumuz açıdan daha ufuk açıcı olacaktır.

1.     Felsefe, Bilim, Ahlak ve Din Nedir?

Felsefe, bilim ve hatta mitosu "düşünme” kavramı üzerinden izah etmek belki de başlangıç için en isabetli yaklaşım olacaktır. Düşünmek nedir? Kaç çeşit düşünme biçimi vardır?

Düşünmek, insan zihnindeki bilişsel etkinliklerinden birisidir. İnsanın yaşamda karşılaştığı doğal veya toplumsal olay ve olguları anlama sürecinde ortaya çıkan soyutlamalar ve çıkarımlardır. İnsan zihninin olay ve olguları algılama- anlama sürecinde birçok düşünme biçimleri ve yöntemleri ortaya çıkmıştır. Homo Sapiens Sapiens türünün zihninde gerçekleşmiş olan düşünme biçimlerini kategorik olarak sembolik, sezgisel, mitsel, bilimsel ve felsefi düşünme biçimleri olarak tanımlaya biliriz.

İnsanlığın zihniyet gelişiminde toplumların ulaşmış olduğu toplumsal ve kültürel düzeye göre izafi olarak çeşitli düşünme biçimleri başat hale gelmiştir. Her yeni zihniyet bir öncekinin bağrında ve o dönemdeki yaygın düşünme biçimlerinin yarattığı birikimler üzerinde şekillenmiş, insanın maddi ve manevi yaşamını daha da zenginleştirip, derinleştirerek olgunlaştırmıştır.

Sembolik düşünme, çeşitli tekil anlamlar içeren işaretleri bir araya getirerek üst-birleşik çoğul bir çağrışım yaratacak anlamlar oluşturmadır. Zihnin "soyutlamayı somutlaştırma” etkinliğine dayanır. Sembolik düşünme, işaretler ve sanatsal becerilerle soyutlamanın somutlaştırılmasını yapmaktır. Bunu yaşamının temel uğraşı haline getirenlere "sanatçı/ arte” denilir. Bugüne kadar ortaya çıkan verilere göre, Sembolik Düşünceye ait en eski bulgular Güney Afrika’daki Blombos Mağarası’nda bulunan işarettir. Bir taşın üzerine çizilmiş olan "hashtag/ heşteg (#)” benzeri işaret 73 Bin Yıl Öncesine tarihlendirilmiştir.

Mitsel düşünme, mitoslara dayalı düşünme biçimidir. Mitos, olağan üstü kahramanlıkları ve doğaüstü güçleri anlatan hayal ürünü söz’dür. İnsanın kolektif hayal gücünden doğmaktadır. Zihnin "düşsel imgeleme” işlevine dayanır. Zihnin bilinçaltı psikolojik gücüyle ilişkili olarak gelişmektedir. Yaşamdaki olayların, düşsel soyutlama hayal etme ve imgeleştirilerek anlatılmasıdır.

Düşünme biçimi olarak, doğal ve toplumsal her şeyin düşsel yaratım ve imgelerle izah edilmesidir. Dolayısıyla mitoslarda önemli olan, anlatılanların gerçek olup-olmadığı değildir. Önemli olan onunla neyin anlatılmak istendiği ve yapılmak istenen şeyin ne olduğunu anlamaktır.

Mitsel düşünmenin yöntemi edebiyattır ve en temel üslubu şiir’dir. Ozanlar, Edebi-yatçılar ve muabbirler (rüya yorumcuları) bu düşünme biçiminde en etkin olanlardır. Neolitik Köy- Kabile toplumlarında, toplumsal zihniyetin temel başat düşünme biçimi olarak gelişmiştir. Eğer kendisinin tüketeceğinden fazla ürün üretimi olmasaydı belki de sanatçılar ve edebiyatçılar olmayacaktı. Çünkü sanat ve edebiyat fazla ve sürekli zaman gerektiren uğraşlardır. Bu uğraşlar, başkasının artık ürününe dayalı olarak icra edilebilmektedir.

Sezgisel düşünme, insan zihnindeki duygu ve dürtülere dayalı içsel düşünme biçimidir. Ruhbanlar, Kahinler ve Peygamberlerde bu düşünme biçimi gelişkindir.

Bilimsel Düşünme;Etimolojik olarak Eski Yunanca’da "επιστήμη/ epistími”, Latince "scientia;bilim” olarak geçmektedir. Latince "scientia” kavramı yine Latin dilindeki "sensus; algılama, duyumsama”, "scienti; bilmek” kökünden türemiştir. Tam anlamıyla "algılayarak, duyumsayarak bilmek” anlamına gelir. Batıda Fransızca "science” formuyla yaygınlaşmıştır. "Logie/ loji” bilim anlamına gelmez, "söz, mantık, kuram” anlamına gelmektedir.

Bilimsel düşünme, zihnin algılayarak veya duyumsayarak düşünme biçimidir. Zihnin bedendeki duyu organlarıyla herhangi bir nesne veya olayı algılaması veya duyumsamasıdır. Görme duyusuyla gözlemleme, ağız- dil duyusuyla tatma, dokunma duyusuyla ölçme, tartma veya hissetme gibi deneyimlemelerle bilgi edinme ve düşünme etkinliğidir. Dolayısıyla bilimsel düşünme objektif, pratik ve nesnel düşünmedir. Zihnin ilişkilendirme, kıyaslama/ karşılaştırma, gruplandırma/ sınıflama ve betimleme etkinliğine dayanmaktadır. Yöntem olarak, herhangi bir olay ve olguyu, gözlemleyerek, ölçerek, deneyerek betimleme ve tanımlamadır. Bu nedenle bilimsel bilgi denenmiş ve doğrulanmış bilgi, doğruya en yakın bilgi olarak kabul görmektedir. İlk toplumların ve Köy Toplumlarının bilim insanları genellikle büyücü- şifacılardır (mageia).

Bilimsel düşünme bir olguyu veya olayı parçalara ayırarak inceler. Dolayısıyla pratik parçalı (modüler) düşünme biçimidir. İncelediği parça konusunda doğruya yakın bilgilere ulaşır. Ancak parçanın ait olduğu bütünsel bilgiye ulaşma konusunda ise yanılgı veya yanlış sonuçlara açıktır. Bu nedenle bilimsel bilginin felsefi "çok boyutlu-bütünsel (holistik)” sorgulamalarla bütünleştirilmesi/ birleştirilmesi (integration) gerekir.

Felsefi düşünme; kavramsal olarak Yunancada "φιλοσοφία/ filosofía” "bilgelik tutkusu, arayışı ve arkadaşlığı” anlamına gelmektedir. İlk kez Antik Yunan toplumsal zihniyetinde tanımlanmıştır. Doğu zihniyetinde "Hikmet arayışı”, "bilgelik” olarak geçmektedir. Bilgelik hakikatin bilincine ulaşmaktır, öz ve bütünsel olanın bilincine varmaktır. Yani hikmet, insanın kâinat, insan, bilgi ve değerlerin hakikati üzerine tam ve bütünlüklü bir anlayışa ulaşması halidir. Bu kelime Farsça, Kürtçe, Arami- Süryaniceye ve Arapçaya ‘’Felsefe’’ biçiminde geçmiş ve telaffuz edilmiştir. Türkçeye de bu diller üzerinden geçmiştir.

Felsefe, insanın akla uygun davranmasını esas alır. Ancak sadece akıl gücü ile sınırlı kalmaz, diğer düşünme biçimlerinin ortaya çıkardığı buluşlar ve bilgilerle beslenerek konu edindiği varlığı sorgulamayı süreklileştirme ve onun hakikatine (bilincine) ulaşma çabası ve etkinliğidir.

Felsefi düşünme etkinliğinin akla dayalı sorgulamalarla yapılması felsefi düşüncenin özgünlüğünü ve öznelliğini ortaya çıkartmıştır. Dolayısıyla Felsefenin tanımını yaparken "akla ve mantıksallığa” vurgu yapmanın gerekliliği anlaşılmaktadır.

Sonuç olarak Felsefe, insanın akıl yoluyla evren, doğa, toplum, insan, bilgi ve değerlere ilişkin, kısaca varlığa, varlıklara (somut veya soyut) ve yaşamın tüm alanlarına ilişkin akla dayalı düşünme biçimidir.

Her düşünme biçimi var olanı anlama çabası içindedir. Ancak bu düşünme etkinlikleri sürecinde bazen ortak bazen de farklı dayanak, yöntem ve teknikler kullanmaktadırlar. Dolayısıyla Felsefenin de diğer düşünme biçimleriyle ortak yönlerinin dışında kendisine özgün bazı özellikleri vardır. Bu özellikleri en genel hatlarıyla izah etmek gerekirse; Akla Dayalıdır, Özneldir, Sorgulayıcı ve Eleştireldir, Mantıksal Yorumlamayı Esas Alır, Anlama ve Anlamlandırma Çabasıdır, Çok Boyutlu- Bütünleştirici/ Birleştirici (Holistik- Entegrasyonal) ve Birikimseldir (Kümülatiftir).

Özetle felsefi düşünce biçimi özünde, varlıklar ve olgular hakkında akıl yürütme etkinliğidir. İnsanın kendi kafasındaki aklın farkına varmasıdır, kendi aklının gücünü keşfetmesi ve akıl gücünün bilincine varmasıdır.

 

Ahlak Nedir?

Kavram Olarak; Ahlak, Arapça "hlk” kökünden türetilmiş "hulk” kelimesinin çoğulu olarak ortaya çıkmıştır. "Hulk; davranış, huy, yaratılış” anlamına gelmektedir. Hulk’un çoğulu olarak "A-hulk/ Ahlak” ise, "davranışlar, huylar yani toplumsal davranışlar” olarak tanımlanır.

 Yunancada, "Ethos; karakter, huy, alışkanlık” anlamına gelmektedir. Ethos’un çoğulu olan "Ethe; karakterler, huylar, alışkanlıklar” olarak değerlendirildiğinde "ethe: gelenek, görenek” anlamına gelmektedir. Bu anlamıyla "belli bir topluluğun yaşama biçimini” ifade etmektedir.

Latince’de "Mos” ve çoğulu "Mores”tir. Hem "karakter hem de alışkanlıklar, gelenekler, töre” anlamına gelmektedir. Daha sonraları "Moralisch>Moralitas” olarak kullanılmıştır. [1]

Semantik (Anlambilimsel) ve Olgusal Olarak;

Ahlak, birey ile toplum arasındaki en temel ilişkilenme biçimidir. Bir toplumda zamanla davranışların, alışkanlıkların ve huyların ortaklaşarak değer yargıları haline gelmesi ve oluşan bu değer yargılarıyla bireylerde şekillenen sosyal (toplumsal) sorumluluk, davranışlar ve alışkanlıkların bütünüdür. Dolayısıyla ahlak bir toplumda bireyleri bir arada tutan en temel "toplumsal bir olgudur.

İnsan topluluklarının varoluş biçimi ahlakidir. Toplumsallaşma ahlak ile başlar. Ahlak olmadan sosyalleşme ve toplum olmaz. İnsanlar arasındaki sosyal davranış değerlerinin bütünlüğü o toplumun ahlakını oluşturur. İnsanı sosyalleştiren bu değerlerdir.

Birey için ahlak doğal sosyal sorumluluk bilincidir. Bir insanın yaşamını, üzerinde yaşadığı doğaya ve içinde yaşadığı topluma saygı temelinde düzenlemesidir. Buna göre, tavır ve davranışlarını disipline etmesidir.

Ahlak olgusunu yapısal olarak "Toplum, Birey, Değer” ve işlevsel olarak "Vicdan, Üslup-Hitabet ve Davranış” kavramlarıyla açıklamak bu alana giriş açısından mümkündür. Bu kavramlar Ahlak olgusunun en genel ve temel kavramlarıdır.

Ahlak işlevsel olarak bireyde üç aşamada gerçekleşir; içsel olarak vicdan, toplumsal sorumluluğun gereği olarak bireydeki iç sorgulama ve muhasebedir; Söylem olarak üslup ve hitabet dildeki konuşma biçimidir, kendini ifade etme ve izahat tarzıdır; tutum-duruş-eylem olarak davranışlar,bir şeyi yapma ve bir şeye tepki verme tarzından oluşmaktadır.

           

            Din Nedir?

Din, kavram olarak, Nişanyan’a göre Akadça "dīnu; yasa, yargı”, Aramca/ İbranice "dīn”, Arapça "dīn/ دين [#dyn]” kelimesinden gelmektedir. [2] Arapça” دين [#dyn]” "borç” anlamında da kullanılmaktadır. Bu formlarıyla "Yasaya iman etme, bağlanma, borç ödeme” anlamlarını taşımaktadır.

Madhya- Aryanların kutsal kitabı Avesta’da, İnsanın fiziksel varlığı "Tanu (ten)” ve "Asta (Kemik)” dan oluşmuştur. Manevi varlığı ise, "Asna (Anlama)”, "jan- gan(can-soluk)”, Daéna (Benlik- Tin), Ruvan (Algı) ve Fravaşi’den oluşur. İnsanlar öldüklerinde; Tanu, Armaiti’ye (toprak anaya), Jan Vatu’ya (rüzgâra), Ruvan Fravaşi’ye, Advenak Güneşe döner.

İnsandaki Daéna ve Fravaşi ölümden sonra kaybolmazlar, Fravaşiler direkt Aşa’nın mekânına giderek Ahura Mazda’ya dönerler. Burada da "Daéna” bütünün yani hakikatin ifadesi olan Ahura Mazda’nın (Varlığın Yapıcı Aklının) insan aklındaki bir parçasıdır. İnsanı bütüne bağlayan bir parçadır. Bu anlatıda daena olgusundaki "bütünden bir parça, insanın bütün yani hakikat ile olan bağı” vurgusu dikkat çekicidir.

Daéna kavramı Pehleviceye "dēn/ dīn”, Farsça/ Kürtçeye "dîn” olarak geçmiştir.

Din kelimesi Latince’de "religio; hizmet” anlamına gelmektedir. Avrupa dillerine bu biçimde geçmiştir.

Tostoy’a göre "insanın kendini parçası hissettiği ve davranışları için yol gösterici ilkeler çıkardığı o bütünle kurduğu ilişkidir din.  (Tolstoy, 1987, s. 12) .

Tüm bunlardan bir çıkarımda bulunursak din, "bütünsel olan ya da onun kaynağına bağlanma, ilişkilenme ve hizmet etme” etkinlikleridir. Nasıl ki ahlak, topluma bağlanma ise din de evrensel olana yani Doğaya/ Hakikate bağlanma ve davranışlarını ona göre düzenleme etkinliklerinin bütünüdür. Dini paradigmalar ve öğretiler, düşünme biçimi olarak sezgiye dayalı inanç ve mitsel anlatılar olarak ortaya çıkmaktadır. Sezilen şey (bilgi, yasa, véda, yaşt, yasna, ayet veya mesaj) vahiy, rüya veya işaretler yoluyla algılanmaktadır.

Dinde "iman etme” aslında inanç, inanmak, bir biçimde zihinde oluşan "kabul, güven, olumlama” durumudur. Davranışsal olarak da "sözleşme ve bağlanma” davranışı olarak yansır. Kutsal mutlak değere/ değerlere bağlanıla bilindiği gibi seküler değerlere de bağlanıla bilinir.

Dinsel inanışlar; İlk Toplumlarda "Canlıcı- Putçuluk (Animist- Totemizm)”, Neolitik Köy Toplumlarında "Adakçı- Kutsayıcılık (Yazdanizm)”, Uygar Toplumlarda "Tanrıcılık/ Teizm (Çok- tanrıcılık, Tüm-tanrıcılık, Tek-tanrıcılık)” biçimindeki toplumsal zihniyetlerle çeşitli öğretilere (Totemcilik, Yazdanizm, Magusilik, Brahmanizm, Yehovacılık, Hristiyanlık vb.) dönüşmüştür.

Hemen şunu da vurgulamak gerekir ki din ile tanrıcılık (teizim) aynı şeyler değildir. Din, birey ile hakikat arasındaki en temel ilişki olarak tanrıcılıktan çok önceleri vardır. Din ilişkisinin içeriği ruhçuluk- totemizm, adakçı kutsayıcılık veya tanrıcılığın çeşitli versiyonları biçiminde değişse de Homo Sapiens Sapiens toplumlarında din ilişkisinin kendisi sürekli varlığını sürdürmüş ve yine çeşitli içeriklerde sürdürmeye devam etmektedir.

Değişim sosyolojisi yöntemine göre toplum, yapısal- işlevsel olarak doğal ve toplumsal akış sürecinde çeşitli toplumsal sistemlerin kaynaşmasından oluşmaktadır. Göreceli olarak sürekli değişim halinde olan toplumsal sistemlerin dönüşümü ve gelişimi ile toplumsal yapı da değişmektedir.

Felsefe ve Bilim toplumsal yapıdaki sistemlerden toplumsal zihniyet sisteminin öğeleriyken, Ahlak ve Din sosyal sistemin (toplumsal ilişkiler ve gruplaşma sisteminin) kapsamında incelenmektedir.

           

3. Felsefe, Ahlak ve Özgürlük İlişkisi

            Felsefe ve ahlak toplumun ayrı kültürel öğeleri olmasına rağmen birbirleriyle derin bağları vardır. Felsefe ahlaksız, ahlak da felsefesiz ele alınamaz.

Felsefe özellikle Doğu toplumlarının zihniyet gelişiminde ahlaki nitelikte gelişmiştir. Bu nedenle "Hikmet arayıcılığı”, "hakikatin sırrına/ bilincine erme” yani bilgelik anlamında bir felsefe anlayışı mevcuttur. Erenler, Abdallar, Pirler, Sufiler bu yaklaşımın öncüleri olmuştur. Cehalet, yozlaşma ve yabancılaşmanın yaygınlaştığı ortam ve çağlarda en kadim hakikat arayıcıları ve savaşçıları Hakkın hikmetine ermiş bu bilgelerdir.

Felsefeyi demagoji (halk avcılığı/ lafazanlık) olarak yapan birçok Sofiste "safsata” denilmesi ve dilimize kadar bu anlamıyla ulaşması aslında ahlaksız felsefeye dönük yapılmış en çarpıcı eleştiridir.

            Ahlakın felsefesiz sadece bilimsel ya da dinsel olarak değerlendirilmesi de yetersiz bir yaklaşımdır. Zaten Batıda felsefi düşünceler gelişirken bile ahlak ile ilişkilendirme arayışları mevcuttur. Ahlakın felsefe ile ortaklaştığı en temel alanlar felsefenin alt bilgi alanı/ kuramı olarak kabul edilen; Etik ve Ahlak Felsefesi alanlarıdır.

Sokrates (MÖ 460- 399), "kendini bilme” felsefesi olarak Etiksel bir anlayışla yaklaşmış ve Batı Felsefesinde Etiğin temellerini atmıştır. Daha sonra Platon ve Aristoteles (MÖ 384- 322) "Ethika (Ahlak Felsefesi/ Ahlak Bilgisi)” anlamında bu alanda köklü çalışmalar yapmıştır. Avrupa dillerine Grekçe ve Latinceden "Ethics ya da Morality” olarak geçmiştir.

            Hemen belirtmek gerekir ki, Ahlak olgusu, Ahlak Bilimi ve Ahlak Felsefesi kapsam olarak ayrı alanlardır.

Ahlak bilimi, belirli bir toplumdaki Ahlaki anlayış ve davranışları sosyal bilimsel yöntemlerle inceleyen bilimsel disiplin olarak gelişmektedir.

Ahlak Felsefesi ise, Ahlakolgusunu felsefi düşünce ile incelemeyi konu edinen kuramsal/ mantıksal nitelikli bir alandır. Genel olarak ahlakın ne olduğu bilgisini ortaya koymaya çalışan; Ahlaki davranışın nasıl oluştuğunu, özünü ve yapısını, dayandıklarını ve temellerini inceler. Toplumda bireyler arasındaki ahlaksal ilişkileri, insanın ahlaki eylemlerini sorgulayan ve eleştiren felsefe dalıdır. Filozofun işi bir ahlak kurmak veya var olan ahlakları araştırmak değildir. Ahlakın ne olduğunun bilgisini ortaya koymaya çalışır ve toplumsal fayda açısından olumlu- olumsuz yönlerini değerlendirir.

 "Ethika” kavramı Yunanca "Ethe’ye (Ahlaka) ilişkin konular” anlamına gelmektedir. Bireylerin ya da grupların toplumsal ahlak ile ilişkilerini konu edinmektedir. Meslek ahlakı vb. gibi. Felsefede Ahlak Felsefesini ve Etik’i birleştiren ve ayrıştıran görüşlerin var olduğunu da belirtmek gerekir.

 Ahlak felsefesi Ahlaki ilke, yasa ve değerlerin kaynağını, birey- toplum ilşkisinde iyi- kötü eylemlerin nedenlerini inceleyerek; "olması gereken” ölçüleri ve "en yüksek iyinin” ne olduğunu ortaya çıkarmaya çalışır.

Bireyin davranışlarına yön veren ahlaksal ilke, yargı ve vicdanı sorgulayarak, bireyin ne yaptığının yanında nasıl davranması gerektiğini de araştırır. İşte bu nedenle cehalet, yozlaşma ve içinde bulunduğu insani, toplumsal değerlere yabancılaşmanın olduğu durumlarda Ahlak Felsefesine başvurmak önemlidir.

Şimdi Ahlak Felsefesi kapsamında "Ahlak Nedir?” sorusunu cevaplamak gerekirse; İnsan sosyal bir varlıktır. Bu genel olarak kabul edilen bir tespittir. Sosyalite yani toplumsallık birbirine sıkı sıkıya bağlı iki olgudur. Toplumsallık olmadan insanlaşma da olamaz. İnsanlaşma olgusu; toplum ve birey ögeleriyle gerçekleşmekte ve gelişmektedir. İnsan kümesinde genelin istikrarlı ve sürekli birlikteliğini ve bütünlüğünü ifade eden toplumdur. Özgünlüğün ve farklılığın ifadesi ise bireydir.

            Toplum ile birey arasındaki ilişkilenmenin önemli bir biçimi, bireylerdeki davranışlar olarak yansımaktadır. Bireyde şekillenen davranışların, bireyin içinde doğduğu ve yaşadığı toplumsal ve kültürel koşullara bağlı şekillendiği de genel kabul gören bir tespittir. Buna göre, bireydeki davranışlar, çeşitli biyolojik- genetik kalıtımlar ve sosyal- kültürel aktarımlar ile içinde doğduğu, büyüdüğü doğal ve toplumsal- kültürel olaylarla şekillenir. Dolayısıyla davranışlar bireydeki tarihsel- güncel kültürel- sosyaliteyi yansıtmaktadır.

. Yani ahlak, tarihsel toplumsal akış sürecinde, insanlarda oluşan ortak maddi ve manevi kültürel değerlerin, ortak sosyal anlayış ve davranışlara dönüşmesidir. Bu anlamıyla da ahlak, insanların toplum içindeki davranışlarını, birbiriyle olan ilişkilerinin bütünlüğünü ifade etmektedir.

Doğa (Latince Natura), kendi kendisini sürekli yeniden üreten, geliştiren ve değiştiren canlı ve cansız varlıkların hepsinin tümel ifadesidir. Toplum doğanın, birey de toplumun bir parçasıdır. Keza doğal toplum ahlaki toplumdur ya da toplumun doğası ahlakidir. Bu temelde ahlakı tanımlamaya çalışırsak ahlak, bireydeki toplumsal özden kaynaklanan toplumsal sorumluluk duygusu ve bilincidir. İnsanın içinde ve üzerinde yaşadığı, bir parçası olduğu topluma karşı duyduğu özsel ve içsel saygıdır. Buna vicdan da denilir. Bu sorumluluk duygusu birey ile toplumu birbirine bağlayan doğal bir bağdır. Öz saygı olarak Onur, topluma saygı olarak Ahlak, birbirinden kopmaz iki ilkedir. Kendisine saygısı olmayanın içinde yaşadığı topluma karşıda saygısı olamaz. Bu iki ilke adeta madalyonun iki yüzü gibi birbirine bağlıdır.

İşte bundandır ki, ahlak, bireydeki toplumsallık, toplumdaki bireyselliktir. Toplumun bir parçası olan bireyin, kendi davranışlarını doğal vicdani ve toplumsal sorumluluğa göre şekillendirmesidir. Bireyin topluma karşı duyduğu sorumluluk ve saygı gereğince davranışlarını düzenlemesidir.

Tabii ki, burada kast edilen "toplumsal sorumluluk duygusu, bilinci ve davranışları”, bireyin sadece toplumdaki bir kesime, herhangi bir sınıfa, gruba, egemene, hegemonyaya veya otoriteye karşı duyduğu sorumluluklar değildir. Toplumsal sorumluluktan kasıt; bireyin içinde doğup büyüdüğü, kimlik ve kişilik özelliklerinin asıl kaynağı olan, maddi ve manevi olarak üzerinde gelişip, beslendiği sosyal zeminin asıl kaynağı olan toplumun geneline, kısaca bireyin temel varlık zemini olan toplumun tümel varlığına karşı duyulan sorumluluktur. Toplumdaki herhangi bir grubun çıkarlarına göre şekillenmesi ahlaki niteliğini yitirmesi demektir. Ki, bu noktadan sonra namus, hukuk, yasa vb. hiyerarşik, hegemonyacı ve iktidarcı olgular ortaya çıkmaktadır.

Ahlakın, hukuktan veya nomostan (namustan) farkı, bireydeki sosyal sorumluluğun, toplumun bir kesimine veya egemen olan kesimin çıkarlarına göre değil de içinde yaşadığı toplumun bütünsel varlığına göre şekillenmesidir. Namus (nomos) ve Hukuk bir biçimde bir kesimin çıkarlarını gözetmeye dayalı yasallaştırmalardır. Doğallıktan çok birtakım seçkinlerin (cins, grup, sınıf vb.) çıkarlarına göre toplumsal ilişkilerin resmileştirilerek meşrulaştırılmasıdır. "Resmi olan meşrudur” mantığına dayanmaktadır. Gerçekte ise, resmi olandan çok "ahlaki olan ilişki meşrudur”.

Ahlakın özgürlük ve onur olgularıyla sıkı bir ilişkisi vardır. Özgürlük ve onurun olmadığı bir durumda Ahlak da olamaz. Dolayısıyla Bireyin toplumla, toplumunda bireyle olan en doğal ihtiyaçtan kaynaklı ilişkisi, özgür ilişkilenme biçimidir.

Özgürlük, kavramsal olarak "öz” ve "gürleşme” kavramlarından oluşmuştur. "Öz” "içsel olan, içeriksel olandır”, "gür; fışkırmak, bollaşmak, yoğunlaşmak” anlamına gelmektedir. Bu temelde özgürlük özünü gürleştirme istemidir, her varlığın içinde içsel- özsel olarak var olan "kendisini gerçekleştirme” (Aristoteles’in tanımıdır) istemi yani aşkıdır. Doğadaki en temel ve tümel ilke özgürlüktür. İnsan toplumlarındaki en temel- tümel ilke ise kendisini gerçekleştirmenin ifadesi olarak "Özgür Yaşama İstemidir”.

Herhangi bir yerde bir canlının, bireyin, kesimin veya toplumun kendi kendisini gerçekleştirme süreçleri yani özünü gürleştirme, geliştirme süreçleri bir biçimde kısıtlanır ise o şeydeki özgür yaşama istemi daha da depreşir ve bu özsel istem çeşitli biçimlerde tepkilere dönüşür. Bu da var oluşun doğal bir işleyişidir. Burada önemli olan özgürleşmenin önündeki temel engelleri aşmak ve mecrasındaki doğal akışını sağlamaktır.

           

4. Felsefe, Bilim Kapsamında Ahlak, Din ve Özgürlük?

Günümüzdeki çatışma ve savaşların nedenleri tartışması bir yana bir biçimde hepimiz yoksulluk, cehalet, yozlaşma, insani ve toplumsal değerlerimize yabancılaşmagirdabının içindeyiz.

Savaşların orta çıkardığı en yakıcı/ yıkıcı sonuçlar olarak; birbirine zincirleme gelişen ekonomik yoksulluk, yoksulluğun zihniyette geliştirdiği cehalet ve cehaletin toplumlarda derinleştirdiği toplumsal öz değerlerimize yabancılaşma. Özcesi birey ile toplum arasındaki ilişkinin ifadesi olan ahlaki yozlaşma ve birey ile hakikat arasındaki ilişkinin ifadesi olan dinsel yobazlaşma.

Toplumsal ilişkilerin dengesizleştiği böylesi bir ortamda başta ahlaki ilişkiler olmak üzere, dini, ekonomik veya siyasal ilişkilerin felsefi ve sosyal bilimlerin süzgecinden geçirilmesi belki yoksullaşmayı yaratan çatışmaları ya da başka nedenlerini ortadan kaldırmayacaktır. Çünkü bu çatışmaların arka planında sermayeci- iktidarcı dünya- sisteminin çelişkileri, periyodik döngüsel ekonomik krizleri ve çıkmazları vardır. Pratikte işleyen en temel ve genel yasa "güç olma ve çıkarlar ilişkisidir”. Merkezileşmeye çalışan sermayeci- iktidarcı güçlere göre çıkarlarını gözeterek kendisini konumlandırma ya da tavır belirleme anlayışı ve yaklaşımı pratikte geçerli olan pragmatist mantık ve pratik- gerçekçi tavırdır.

Ancak bu durumda ne yapabileceğimize dair çözümleyici bir anlayış ve yaklaşımı oluşturma yeni fikirlerin ortaya çıkmasına ve "bizi biz yapan” en temel insani değer yargılarımızın nasıl korunması gerektiğine yönelik yapıcı katkılar sunmak, felsefe ve bilimlerin sunduğu yöntemlerle, özgür düşünme sorgulamalarıyla bu temel toplumsal ilişkilenmelerin tekrardan gözden geçirilmesiyle mümkün olabilir.

Sistemleşmiş ve bütünleşmiş birlikteliğin ifadesi olan toplum, başta toplum felsefesi ve alt disiplinlerinin kapsamına girmektedir. Toplumsal ilişkiler ve öğeler ise toplumun içsel olguları ve parçaları olduğu için alt disiplinleriyle birlikte sosyal bilimlerin kapsamına girmektedir. Bu temelde toplumsal değerler ve hakikate (bütüne) bağlanma ilişkilerini konu edinen ahlak felsefesi, etik, din felsefesi ve teoloji (ilahiyat) kaos- kriz zamanlarının çok önemli aydınlatıcı disiplinleri konumuna gelmektedir.

"Toplumlaşma, birlikte yaşama ve toplumsal ilişkiler” neye göre sorgulanırsa toplumda "optimal yaşam ölçülerine” ulaşılabilinir. Daha önce de belirttiğimiz gibi varoluşun özsel en temel ilkesi "özgürlüktür”. Özgürleşme ise çeşitli düzeylerdeki değişimlerle gerçekleşmektedir. Buna göre "Özgür Yaşam İlkesi” ve "Değişim Sosyolojisi” yaşamın çok boyutlu sorunlarını anlamanın ve çözümler üretmenin felsefi paradigma ve bilimsel parametreleridir.

Toplumsal ilişkiler söz konusu olunca akla ilk gelen toplumun en temel iki farklı cinsi olan "kadın ve erkek” arasındaki yaşamsal ilişkilenme gelmektedir. Dolayısıyla yaşamı kadın- erkek arasındaki temel yaşamsal birliktelikten sorgulayıp kurgulamak başlangıç için daha olumlu olacaktır.

Antropoloji, Arkeoloji, Tarih ve Etimoloji gibi birçok bilim dalının ortaya çıkardığı veriler, İlk Toplumların ve Neolitik Köy Toplumlarının, yeryüzündeki varlıkları doğuran ve çoğaltan özellikleriyle "Kutsal Yer/ Toprak Ana (*Dhǵhem-Mater)” merkezli olduğu görüşünü güçlendirmektedir. Mama, Matar, Anahita, Kibele, Hepat, Hava, Meyaser, Tiamat/ Tabiat vb. isimler o günlerden bu günlere ulaşan en önemli verilerdir. Kuşkusuz ki "Kutsal Gökyüzü Babası (* Dyḗws Ph2tḗr)” da mevcuttur. Ancak sosyal ilişkilerde ve gruplaşmalarda "ana yerlilik” esastır.

Uygar Toplumlar da ise ilk dönemlerde kadının belli bir etkinliği olsa da zamanla ataerkil bir yapılanmaya dönüştüğü anlaşılmaktadır.

Tüm bu araştırma ve tartışmalar bir yana kadının dikkatte alınmadığı bir toplumun ahlaki değer yargılarının da çarpık olacağı kesinlik kazanmıştır. Zira kadının doğasındaki aylık döngü ile tabiatın mevsimlik yaşam döngüsünün özdeş ve benzer olması kadının doğasının özgünlüğünü ortaya koymaktadır.

Cinslerin kavramlaştırılmasında bile kadının özgünlüğü göze çarpmaktadır. Örneğin "erkek” "erk/güç” kelimesinden türemiştir. Türkçe ’deki "kadın” kavramı Soğdca/ Bakteria dilinde "xwatāw/ kendi güçlü, kendinden güçlü” kavramından gelmektedir. Hun diline "xatika/ hatun”, Saka diline "xatuna” biçiminde ve Orhun Yazıtlarında "xatun/ kadun” olarak geçmiştir. (www.etimolojiturkce.com).

Dolayısıyla toplumsal yaşam birlikteliğinin başlangıcında kadının özgünlüğünü gözetmek önemlidir. Keza İçinde yaşadığın, bir parçası olduğun toplumu bir tarafa atarak kurulan ilişki ve birliktelikler ahlaki olmayacağı gibi meşru da olmayacaktır. Öyle ise, "kadının özgünlüğünü ve toplumun genel bütünlüğünü gözeten birliktelik değerleri neler olmalıdır?” sorusu önem kazanmaktadır.

Özgürlük, Onur, Saygı, Emek ve Adalet olguları belki de bu birlikteliğin temel ahlaki değer yargıları olabilir. Gönüllü ortak yaşam birlikteliğinin bu değerlere dayandırılması toplumun da sağlıklı olması açısından önemlidir.

Aynı tarzda toplumdaki gruplar arasındaki ilişkiler, toplum ile doğa arasındaki ilişki ve birey ile hakikat arasındaki ilişkilenmenin ifadesi olan dinsel ilişkilerin felsefi ve ahlaki temele dayandırılması ve tartışılması insani değer ve niteliklerimizin korunması açısından önemli olacaktır.

 

Kaynakça

Tolstoy, L. N. (1987). Din Nedir? (Temmuz 2005 b.). (Z. Güleç, Dü.) Akvaryum Yayınevi Dünya Klasikleri Dizisi.

Wallerstein, I. (2013). Bilginin Belirsizlikleri/ The Uncertain ties Of Knowledgoe. (B. Alataş, Çev.) İstanbul: Sümer Yayıncılık.

Yorğun, İ. (2023). Toplumların Sosyolojik Değişimi. İlk ve Köy Toplumları. (2. Baskı b.). (K. Celen, Dü.) Balıkkesir, Ayvalık: Baraka Kitap Yayıncılık Hizmetleri.

 

Yararlanılan Kaynaklar

- İyi, Sevgi. Tepe, Harun (2012). AÖF. Etik. 1.Ünite; Etik Nedir? Eşkişehir:2012. Anadolu Üniversitesi Web-Ofset Tesisleri.

- Güçlü, A. Baki, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Ü. Hüsrev Yolsal. (2002). Felsefe Sözlüğü-17. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.

- Nişanyan, Sevan. Türkçenin Etimolojik Sözlüğü. (2013-2016). www.etimolojiturkce.com

- Sivrioğlu, Töre (2015). Avesta Dili Grameri ve Etimolojik sözlüğü. İstanbul: Avesta Basın Yayın Reklam Tanıtım Müzik Dağıtım Ltd. Şti.

 

Ekim 2023

 

 



[1] https://www.nisanyansozluk.com/kelime/moral

[2] https://www.nisanyansozluk.com/?k=din

IdeaSoft® | Akıllı E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.