3.Göz
İrfan Yorgun yazdı...
Giriş
Genellikle toplumsal kaoslar ve
çatışmalar yoğunlaşınca en temel tartışma konularından birisi "DEGERLERİMİZ” olur
ve hemen ardından "Nasıl Yaşamalı? Ne Yapmalı?” soruları gelir aklımıza. Tabi
ki, bu tartışmalar derinleştikçe kendimizi felsefe, bilim, ahlak ve din konularının
içinde buluveririz.
Toplumsal çağ ve dönem olarak kaotik
bir zamanı daha yaşıyoruz. Dolayısıyla bu zamanın ruhunu anlamak ancak felsefe
ve bilime yönelerek mümkün olabilir. Bu temelde arayış ve tartışmaların doğru
bir zeminde gelişmesine katkı sunulması amacıyla biz de bu alanlara yönelerek
günümüzdeki sorunları anlamaya ve değerlendirmeye çalışacağız.
Yaşamımızın birçok alanında hızlı
değişmelerin olduğunu gözlemliyoruz. Teknolojik değişim ve gelişmeler yaşam
koşullarımızı kolaylaştırdığı kadar ekonomik, sosyal ve siyasal yaşam
koşullarımızın daha da sorunlu hale geldiğini görüyoruz. Ancak bu değişimlerin
bizleri nereye sürüklediğini yeterince kestiremiyoruz. Nüfusu 50- 100 bin
kişilik şehirlerde ya da daha küçük kasaba veya köylerde doğduk. Şimdi
yüzbinleri, milyonları aşan yerleşimlerde yaşıyoruz. Yaşam ihtiyaçlarımız,
ilişkilerimiz kısaca birçok şeyimiz çocukluğumuz, gençliğimizdekilerden çok çok
farklılaşmış durumda. Doğal olarak dilimizde dolaşan en çok aşina olduğumuz
kavram "değişmiş ha değişmiş!”. İşte bu toplumsal değişimin ifadesidir.
Toplumsal Değişim konusu hem toplum
felsefesinin ve hem de sosyal bilimin (sosyolojinin) ortak konularındandır. Bu
konuda her iki alanda da çeşitli toplumsal değişim teorileri ileri
sürülmektedir. Yakın dönemde ön plana çıkmaya başlayan kuramlar "değişim
sosyolojisi” kapsamında gelişmektedir.
"Benim görüşüme göre, toplumsal
gerçekliği anlamlı kılmanın tek yolu, dünyayı tarihsel toplumsal sistemlerden
oluşmuş bir şey olarak algılamaktır. Bu sistemler, esas olarak çıkarlarını
gözeten, kendi kendilerine yeten, işleyişlerini yöneten, yasaları olan ve
hepsinden öte, kendi yaşamları olan varlıklardır. Bunlar varlık bulur, kendi
yasalarına göre gelişir ve en sonunda süreçlerinin dengeden uzaklaşmasıyla bir
çatallanmaya, kaotik dalgalanmalara varırlar ve nihayetinde de kendi yerlerini,
önceki tarihsel sosyal sistemin sona erdiğine işaret eden yeni bir düzene
bırakırlar. Bu nedenle, tarihsel sosyal sistemler hem sistematik (yasaları
vardır) hem de tarihseldir (bir ömürleri vardır ve gelişim gösterirler) …
Bugüne dek -uzun bir zaman boyunca- bu
tür tarihsel sosyal sistemlerin çoğu, dünya- sistemi olmuştur. Buradaki ‘dünya’
kelimesi, kendisine eksen aldığı bir iş bölümü içeren ve birçok ‘yerel’ kültürü
kapsayacak büyüklükte olan bir sosyal sistemi ifade etmektedir. Bugüne dek,
Modern Dünya- Sistemi’nin on altıncı yüzyılda yerküresinin bir bölümünde ortaya
çıkan, yerkürenin diğer tüm bölgelerini kendi yörüngesine dâhil etmek üzere
genişleyen ve bugün, yapısal bir kriz noktasına ulaşan -ve bu kriz
sırasında kendisini ‘kapitalist dünya ekonomisinden’ başka bir şeye dönüştüren
bir sistem olduğunu savundum…”.
Viyana
Çevresi veya Annales Ekolleri temsilcilerinin bu konulardaki çalışmaları
incelenmeye değerdir.
Toplum,
değişim sosyolojisine göre yapısal- işlevsel olarak ekonomik sistem, toplumsal
ilişkiler ve gruplaşma sistemi (sosyal), güvenlik sistemi, siyaset sistemi ve
toplumsal zihniyet sistemlerinden oluşan ve sürekli değişim halinde olan canlı
bir organizmadır. Biyo- anatomik olarak mikro- sistem olan insan, sosyal-
kültürel olarak makro- sistem olan toplum, sürekli değişim halinde olduğu için
her toplumsal biçimlenme de kendi çağında bir toplumsal- dünya sistemine
dönüşmüştür. Bu toplumsal dünya- sistemlerini biz "toplumsal çağlar” olarak
tanımlamaya çalışıyoruz.
İlk toplumlar, neolitik köy
toplumları ve uygar toplumlar en temel toplumsallaşma türleri olarak
tanımlanmaktadır. Her toplumsal dünya- sistemi dönemsel olarak kendisine özgün
koşulları olan süreçlere sahiptir. Değişim sosyolojisi kapsamındaki yönteme
göre; toplumsal değişimleri "toplum- süre” bağlamında "Dönüşüm (Devrim)- Oluşum
Dönemi”, "Gelişim (Evrim) Değişim Dönemi” ve "Kriz- Kaos Aralığı Dönemi” olarak
tanımlamak mümkündür.
Yine toplumsal
sistemler içerisinde felsefe, bilim, ahlak ve din en çok tartışılan olgular
olduğu için bunları kavramsal, olgusal ve işlevsel olarak inceleyip tanımlamak
ve sonra birbiriyle ilişkilendirmek konumuz açıdan daha ufuk açıcı olacaktır.
1.
Felsefe, Bilim, Ahlak ve Din Nedir?
Felsefe, bilim ve hatta mitosu "düşünme” kavramı üzerinden izah etmek
belki de başlangıç için en isabetli yaklaşım olacaktır. Düşünmek nedir? Kaç
çeşit düşünme biçimi vardır?
Düşünmek, insan zihnindeki bilişsel etkinliklerinden birisidir. İnsanın
yaşamda karşılaştığı doğal veya toplumsal olay ve olguları anlama sürecinde
ortaya çıkan soyutlamalar ve çıkarımlardır. İnsan zihninin olay ve olguları algılama-
anlama sürecinde birçok düşünme biçimleri ve yöntemleri ortaya çıkmıştır. Homo
Sapiens Sapiens türünün zihninde gerçekleşmiş olan düşünme biçimlerini
kategorik olarak sembolik, sezgisel, mitsel, bilimsel ve felsefi düşünme biçimleri olarak tanımlaya biliriz.
İnsanlığın zihniyet gelişiminde toplumların ulaşmış olduğu toplumsal ve
kültürel düzeye göre izafi olarak çeşitli düşünme biçimleri başat hale gelmiştir.
Her yeni zihniyet bir öncekinin bağrında ve o dönemdeki yaygın düşünme
biçimlerinin yarattığı birikimler üzerinde şekillenmiş, insanın maddi ve manevi
yaşamını daha da zenginleştirip, derinleştirerek olgunlaştırmıştır.
Sembolik düşünme,
çeşitli tekil anlamlar içeren işaretleri bir araya getirerek üst-birleşik çoğul
bir çağrışım yaratacak anlamlar oluşturmadır. Zihnin "soyutlamayı
somutlaştırma” etkinliğine dayanır. Sembolik düşünme, işaretler ve sanatsal
becerilerle soyutlamanın somutlaştırılmasını yapmaktır. Bunu yaşamının temel
uğraşı haline getirenlere "sanatçı/ arte” denilir. Bugüne kadar ortaya çıkan
verilere göre, Sembolik Düşünceye ait en eski bulgular Güney Afrika’daki
Blombos Mağarası’nda bulunan işarettir. Bir taşın üzerine çizilmiş olan "hashtag/
heşteg (#)” benzeri işaret 73
Bin Yıl Öncesine tarihlendirilmiştir.
Mitsel düşünme, mitoslara
dayalı düşünme biçimidir. Mitos, olağan üstü kahramanlıkları ve doğaüstü
güçleri anlatan hayal ürünü söz’dür. İnsanın kolektif hayal gücünden
doğmaktadır. Zihnin "düşsel imgeleme” işlevine dayanır. Zihnin bilinçaltı
psikolojik gücüyle ilişkili olarak gelişmektedir. Yaşamdaki olayların, düşsel
soyutlama hayal etme ve imgeleştirilerek anlatılmasıdır.
Düşünme biçimi olarak, doğal ve toplumsal her şeyin düşsel yaratım ve
imgelerle izah edilmesidir. Dolayısıyla mitoslarda önemli olan, anlatılanların
gerçek olup-olmadığı değildir. Önemli olan onunla neyin anlatılmak istendiği ve
yapılmak istenen şeyin ne olduğunu anlamaktır.
Mitsel düşünmenin yöntemi edebiyattır ve en
temel üslubu şiir’dir. Ozanlar, Edebi-yatçılar ve muabbirler (rüya yorumcuları)
bu düşünme biçiminde en etkin olanlardır. Neolitik Köy- Kabile toplumlarında,
toplumsal zihniyetin temel başat düşünme biçimi olarak gelişmiştir. Eğer
kendisinin tüketeceğinden fazla ürün üretimi olmasaydı belki de sanatçılar ve
edebiyatçılar olmayacaktı. Çünkü sanat ve edebiyat fazla ve sürekli zaman
gerektiren uğraşlardır. Bu uğraşlar, başkasının artık ürününe dayalı olarak
icra edilebilmektedir.
Sezgisel düşünme, insan zihnindeki duygu ve dürtülere dayalı
içsel düşünme biçimidir. Ruhbanlar, Kahinler ve Peygamberlerde bu düşünme
biçimi gelişkindir.
Bilimsel Düşünme;Etimolojik olarak Eski Yunanca’da "επιστήμη/ epistími”, Latince "scientia;bilim” olarak geçmektedir. Latince "scientia” kavramı yine Latin dilindeki "sensus;
algılama, duyumsama”, "scienti; bilmek” kökünden türemiştir. Tam anlamıyla
"algılayarak, duyumsayarak bilmek” anlamına gelir. Batıda Fransızca "science”
formuyla yaygınlaşmıştır. "Logie/ loji” bilim anlamına gelmez, "söz, mantık,
kuram” anlamına gelmektedir.
Bilimsel düşünme bir olguyu veya olayı parçalara ayırarak
inceler. Dolayısıyla pratik parçalı (modüler) düşünme biçimidir. İncelediği
parça konusunda doğruya yakın bilgilere ulaşır. Ancak parçanın ait olduğu
bütünsel bilgiye ulaşma konusunda ise yanılgı veya yanlış sonuçlara açıktır. Bu
nedenle bilimsel bilginin felsefi "çok boyutlu-bütünsel (holistik)”
sorgulamalarla bütünleştirilmesi/ birleştirilmesi (integration) gerekir.
Felsefi
düşünme; kavramsal olarak Yunancada "φιλοσοφία/ filosofía” "bilgelik
tutkusu, arayışı ve arkadaşlığı” anlamına gelmektedir. İlk kez Antik Yunan
toplumsal zihniyetinde tanımlanmıştır. Doğu zihniyetinde "Hikmet arayışı”,
"bilgelik” olarak geçmektedir. Bilgelik hakikatin bilincine ulaşmaktır, öz ve
bütünsel olanın bilincine varmaktır. Yani hikmet, insanın kâinat, insan, bilgi
ve değerlerin hakikati üzerine tam ve bütünlüklü bir anlayışa ulaşması halidir.
Bu kelime Farsça, Kürtçe, Arami- Süryaniceye ve Arapçaya ‘’Felsefe’’ biçiminde
geçmiş ve telaffuz edilmiştir. Türkçeye de bu diller üzerinden geçmiştir.
Felsefe, insanın akla uygun
davranmasını esas alır. Ancak sadece akıl gücü ile sınırlı kalmaz, diğer
düşünme biçimlerinin ortaya çıkardığı buluşlar ve bilgilerle beslenerek konu
edindiği varlığı sorgulamayı süreklileştirme ve onun hakikatine (bilincine)
ulaşma çabası ve etkinliğidir.
Felsefi düşünme etkinliğinin akla
dayalı sorgulamalarla yapılması felsefi düşüncenin özgünlüğünü ve öznelliğini
ortaya çıkartmıştır. Dolayısıyla Felsefenin tanımını yaparken "akla ve
mantıksallığa” vurgu yapmanın gerekliliği anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak Felsefe, insanın
akıl yoluyla evren, doğa, toplum, insan, bilgi ve değerlere ilişkin, kısaca
varlığa, varlıklara (somut veya soyut) ve yaşamın tüm alanlarına ilişkin akla
dayalı düşünme biçimidir.
Her düşünme biçimi var olanı anlama çabası içindedir. Ancak bu düşünme
etkinlikleri sürecinde bazen ortak bazen de farklı dayanak, yöntem ve teknikler
kullanmaktadırlar. Dolayısıyla Felsefenin de diğer düşünme biçimleriyle ortak
yönlerinin dışında kendisine özgün bazı özellikleri vardır. Bu özellikleri en genel hatlarıyla izah etmek
gerekirse; Akla Dayalıdır, Özneldir,
Sorgulayıcı ve Eleştireldir, Mantıksal Yorumlamayı Esas Alır, Anlama ve
Anlamlandırma Çabasıdır, Çok Boyutlu- Bütünleştirici/ Birleştirici (Holistik-
Entegrasyonal) ve Birikimseldir (Kümülatiftir).
Özetle felsefi düşünce biçimi özünde, varlıklar ve olgular hakkında akıl
yürütme etkinliğidir. İnsanın kendi kafasındaki aklın farkına varmasıdır, kendi
aklının gücünü keşfetmesi ve akıl gücünün bilincine varmasıdır.
Ahlak Nedir?
Kavram Olarak; Ahlak,
Arapça "hlk” kökünden türetilmiş "hulk” kelimesinin çoğulu olarak ortaya
çıkmıştır. "Hulk; davranış, huy, yaratılış” anlamına
gelmektedir. Hulk’un çoğulu olarak "A-hulk/
Ahlak” ise, "davranışlar, huylar yani toplumsal davranışlar” olarak tanımlanır.
Yunancada, "Ethos; karakter, huy, alışkanlık” anlamına gelmektedir. Ethos’un
çoğulu olan "Ethe; karakterler,
huylar, alışkanlıklar” olarak değerlendirildiğinde "ethe: gelenek, görenek”
anlamına gelmektedir. Bu anlamıyla "belli bir topluluğun yaşama biçimini” ifade
etmektedir.
Latince’de "Mos” ve çoğulu "Mores”tir.
Hem "karakter hem de alışkanlıklar, gelenekler, töre” anlamına gelmektedir.
Daha sonraları "Moralisch>Moralitas” olarak kullanılmıştır.
[1]
Semantik (Anlambilimsel) ve Olgusal Olarak;
Ahlak, birey ile toplum
arasındaki en temel ilişkilenme biçimidir. Bir toplumda zamanla davranışların,
alışkanlıkların ve huyların ortaklaşarak değer yargıları haline gelmesi ve
oluşan bu değer yargılarıyla bireylerde şekillenen sosyal (toplumsal)
sorumluluk, davranışlar ve alışkanlıkların bütünüdür. Dolayısıyla ahlak
bir toplumda bireyleri bir arada tutan en temel "toplumsal bir olgudur.”
İnsan topluluklarının varoluş biçimi ahlakidir. Toplumsallaşma ahlak ile başlar. Ahlak
olmadan sosyalleşme ve toplum olmaz. İnsanlar arasındaki sosyal davranış
değerlerinin bütünlüğü o toplumun ahlakını oluşturur. İnsanı sosyalleştiren bu
değerlerdir.
Birey için ahlak doğal sosyal
sorumluluk bilincidir. Bir insanın yaşamını, üzerinde yaşadığı doğaya ve içinde
yaşadığı topluma saygı temelinde düzenlemesidir. Buna göre, tavır ve
davranışlarını disipline etmesidir.
Ahlak olgusunu yapısal olarak "Toplum, Birey, Değer” ve işlevsel
olarak "Vicdan, Üslup-Hitabet ve Davranış” kavramlarıyla
açıklamak bu alana giriş açısından mümkündür. Bu kavramlar Ahlak olgusunun en
genel ve temel kavramlarıdır.
Ahlak işlevsel olarak bireyde üç
aşamada gerçekleşir; içsel olarak vicdan,
toplumsal sorumluluğun gereği olarak bireydeki iç sorgulama ve muhasebedir;
Söylem olarak üslup ve hitabet dildeki konuşma biçimidir, kendini ifade etme ve izahat tarzıdır;
tutum-duruş-eylem olarak davranışlar,bir şeyi yapma ve bir şeye tepki verme tarzından oluşmaktadır.
Din
Nedir?
Din, kavram olarak,
Nişanyan’a göre Akadça "dīnu; yasa, yargı”, Aramca/ İbranice "dīn”, Arapça
"dīn/ دين [#dyn]” kelimesinden gelmektedir.
[2]
Arapça” دين [#dyn]” "borç” anlamında da kullanılmaktadır. Bu formlarıyla "Yasaya
iman etme, bağlanma, borç ödeme” anlamlarını taşımaktadır.
Madhya- Aryanların kutsal kitabı
Avesta’da, İnsanın fiziksel varlığı "Tanu (ten)” ve "Asta (Kemik)”
dan oluşmuştur. Manevi varlığı ise, "Asna (Anlama)”, "jan- gan(can-soluk)”, Daéna (Benlik- Tin), Ruvan (Algı) ve Fravaşi’den
oluşur. İnsanlar öldüklerinde; Tanu, Armaiti’ye (toprak anaya), Jan Vatu’ya
(rüzgâra), Ruvan Fravaşi’ye, Advenak Güneşe döner.
İnsandaki Daéna ve Fravaşi
ölümden sonra kaybolmazlar, Fravaşiler direkt Aşa’nın mekânına giderek Ahura
Mazda’ya dönerler. Burada da "Daéna” bütünün yani hakikatin ifadesi olan Ahura
Mazda’nın (Varlığın Yapıcı Aklının) insan aklındaki bir parçasıdır. İnsanı
bütüne bağlayan bir parçadır. Bu anlatıda daena olgusundaki "bütünden bir parça,
insanın bütün yani hakikat ile olan bağı” vurgusu dikkat çekicidir.
Daéna kavramı Pehleviceye "dēn/
dīn”, Farsça/ Kürtçeye "dîn” olarak geçmiştir.
Din kelimesi Latince’de "religio;
hizmet” anlamına gelmektedir. Avrupa dillerine bu biçimde geçmiştir.
Tostoy’a
göre "insanın kendini parçası hissettiği ve davranışları için yol gösterici
ilkeler çıkardığı o bütünle kurduğu ilişkidir din.”
Tüm
bunlardan bir çıkarımda bulunursak din, "bütünsel olan ya da onun kaynağına bağlanma,
ilişkilenme ve hizmet etme” etkinlikleridir. Nasıl ki ahlak, topluma
bağlanma ise din de evrensel olana yani Doğaya/ Hakikate bağlanma ve
davranışlarını ona göre düzenleme etkinliklerinin bütünüdür. Dini paradigmalar
ve öğretiler, düşünme biçimi olarak sezgiye dayalı inanç ve mitsel anlatılar olarak
ortaya çıkmaktadır. Sezilen şey (bilgi, yasa, véda, yaşt, yasna, ayet veya
mesaj) vahiy, rüya veya işaretler yoluyla algılanmaktadır.
Dinde
"iman etme” aslında inanç, inanmak, bir biçimde zihinde oluşan "kabul, güven,
olumlama” durumudur. Davranışsal olarak da "sözleşme ve bağlanma” davranışı
olarak yansır. Kutsal mutlak değere/ değerlere bağlanıla bilindiği gibi seküler
değerlere de bağlanıla bilinir.
Dinsel
inanışlar; İlk Toplumlarda "Canlıcı- Putçuluk (Animist- Totemizm)”, Neolitik
Köy Toplumlarında "Adakçı- Kutsayıcılık (Yazdanizm)”, Uygar Toplumlarda "Tanrıcılık/
Teizm (Çok- tanrıcılık, Tüm-tanrıcılık, Tek-tanrıcılık)” biçimindeki toplumsal zihniyetlerle
çeşitli öğretilere (Totemcilik, Yazdanizm, Magusilik, Brahmanizm, Yehovacılık,
Hristiyanlık vb.) dönüşmüştür.
Hemen
şunu da vurgulamak gerekir ki din ile tanrıcılık (teizim) aynı şeyler değildir.
Din, birey ile hakikat arasındaki en temel ilişki olarak tanrıcılıktan çok
önceleri vardır. Din ilişkisinin içeriği ruhçuluk- totemizm, adakçı
kutsayıcılık veya tanrıcılığın çeşitli versiyonları biçiminde değişse de Homo
Sapiens Sapiens toplumlarında din ilişkisinin kendisi sürekli varlığını
sürdürmüş ve yine çeşitli içeriklerde sürdürmeye devam etmektedir.
Değişim
sosyolojisi yöntemine göre toplum, yapısal- işlevsel olarak doğal ve toplumsal
akış sürecinde çeşitli toplumsal sistemlerin kaynaşmasından oluşmaktadır.
Göreceli olarak sürekli değişim halinde olan toplumsal sistemlerin dönüşümü ve
gelişimi ile toplumsal yapı da değişmektedir.
Felsefe
ve Bilim toplumsal yapıdaki sistemlerden toplumsal zihniyet sisteminin
öğeleriyken, Ahlak ve Din sosyal sistemin (toplumsal ilişkiler ve gruplaşma
sisteminin) kapsamında incelenmektedir.
3. Felsefe, Ahlak ve Özgürlük
İlişkisi
Felsefe ve ahlak toplumun ayrı
kültürel öğeleri olmasına rağmen birbirleriyle derin bağları vardır. Felsefe ahlaksız,
ahlak da felsefesiz ele alınamaz.
Felsefe özellikle Doğu toplumlarının
zihniyet gelişiminde ahlaki nitelikte gelişmiştir. Bu nedenle "Hikmet
arayıcılığı”, "hakikatin sırrına/ bilincine erme” yani bilgelik anlamında bir
felsefe anlayışı mevcuttur. Erenler, Abdallar, Pirler, Sufiler bu yaklaşımın
öncüleri olmuştur. Cehalet, yozlaşma ve yabancılaşmanın yaygınlaştığı ortam ve
çağlarda en kadim hakikat arayıcıları ve savaşçıları Hakkın hikmetine ermiş bu
bilgelerdir.
Felsefeyi demagoji (halk avcılığı/
lafazanlık) olarak yapan birçok Sofiste "safsata” denilmesi ve dilimize kadar
bu anlamıyla ulaşması aslında ahlaksız felsefeye dönük yapılmış en çarpıcı
eleştiridir.
Ahlakın felsefesiz
sadece bilimsel ya da dinsel olarak değerlendirilmesi de yetersiz bir yaklaşımdır.
Zaten Batıda felsefi düşünceler gelişirken bile ahlak ile ilişkilendirme
arayışları mevcuttur. Ahlakın felsefe ile ortaklaştığı en temel alanlar felsefenin
alt bilgi alanı/ kuramı olarak kabul edilen; Etik ve Ahlak Felsefesi
alanlarıdır.
Sokrates (MÖ 460- 399), "kendini
bilme” felsefesi olarak Etiksel bir anlayışla yaklaşmış ve Batı Felsefesinde Etiğin
temellerini atmıştır. Daha sonra Platon ve Aristoteles (MÖ 384- 322) "Ethika (Ahlak
Felsefesi/ Ahlak Bilgisi)” anlamında bu alanda köklü çalışmalar yapmıştır. Avrupa
dillerine Grekçe ve Latinceden "Ethics ya da Morality” olarak geçmiştir.
Hemen
belirtmek gerekir ki, Ahlak olgusu, Ahlak Bilimi ve Ahlak Felsefesi kapsam
olarak ayrı alanlardır.
Ahlak bilimi, belirli bir toplumdaki Ahlaki anlayış ve davranışları
sosyal bilimsel yöntemlerle inceleyen bilimsel disiplin olarak gelişmektedir.
Ahlak Felsefesi ise, Ahlakolgusunu felsefi düşünce ile incelemeyi
konu edinen kuramsal/ mantıksal nitelikli bir alandır. Genel olarak ahlakın ne olduğu bilgisini ortaya
koymaya çalışan; Ahlaki davranışın nasıl oluştuğunu, özünü ve yapısını,
dayandıklarını ve temellerini inceler. Toplumda
bireyler arasındaki ahlaksal ilişkileri, insanın ahlaki eylemlerini sorgulayan
ve eleştiren felsefe dalıdır. Filozofun
işi bir ahlak kurmak veya var olan ahlakları araştırmak değildir. Ahlakın ne
olduğunun bilgisini ortaya koymaya çalışır ve toplumsal fayda açısından olumlu-
olumsuz yönlerini değerlendirir.
"Ethika” kavramı Yunanca "Ethe’ye (Ahlaka)
ilişkin konular” anlamına gelmektedir. Bireylerin ya da grupların toplumsal
ahlak ile ilişkilerini konu edinmektedir. Meslek ahlakı vb. gibi. Felsefede
Ahlak Felsefesini ve Etik’i birleştiren ve ayrıştıran görüşlerin var olduğunu
da belirtmek gerekir.
Ahlak felsefesi Ahlaki
ilke, yasa ve değerlerin kaynağını, birey- toplum ilşkisinde iyi- kötü eylemlerin
nedenlerini inceleyerek; "olması gereken” ölçüleri ve
"en yüksek iyinin” ne olduğunu ortaya çıkarmaya çalışır.
Bireyin davranışlarına yön veren ahlaksal ilke,
yargı ve vicdanı sorgulayarak, bireyin ne yaptığının yanında nasıl davranması
gerektiğini de araştırır. İşte bu nedenle cehalet, yozlaşma ve içinde bulunduğu
insani, toplumsal değerlere yabancılaşmanın olduğu durumlarda Ahlak Felsefesine
başvurmak önemlidir.
Şimdi Ahlak Felsefesi kapsamında "Ahlak Nedir?”
sorusunu cevaplamak gerekirse; İnsan sosyal bir varlıktır. Bu genel
olarak kabul edilen bir tespittir. Sosyalite yani toplumsallık birbirine sıkı
sıkıya bağlı iki olgudur. Toplumsallık olmadan insanlaşma da olamaz. İnsanlaşma
olgusu; toplum ve birey ögeleriyle gerçekleşmekte ve gelişmektedir. İnsan
kümesinde genelin istikrarlı ve sürekli birlikteliğini ve bütünlüğünü ifade
eden toplumdur. Özgünlüğün ve farklılığın ifadesi ise bireydir.
Toplum ile
birey arasındaki ilişkilenmenin önemli bir biçimi, bireylerdeki davranışlar
olarak yansımaktadır. Bireyde şekillenen davranışların, bireyin içinde doğduğu
ve yaşadığı toplumsal ve kültürel koşullara bağlı şekillendiği de genel kabul
gören bir tespittir. Buna göre, bireydeki davranışlar, çeşitli biyolojik-
genetik kalıtımlar ve sosyal- kültürel aktarımlar ile içinde doğduğu, büyüdüğü doğal
ve toplumsal- kültürel olaylarla şekillenir. Dolayısıyla davranışlar bireydeki tarihsel-
güncel kültürel- sosyaliteyi yansıtmaktadır.
. Yani ahlak, tarihsel toplumsal
akış sürecinde, insanlarda oluşan ortak maddi ve manevi kültürel değerlerin,
ortak sosyal anlayış ve davranışlara dönüşmesidir. Bu anlamıyla da ahlak,
insanların toplum içindeki davranışlarını, birbiriyle olan ilişkilerinin
bütünlüğünü ifade etmektedir.
Doğa (Latince Natura), kendi
kendisini sürekli yeniden üreten, geliştiren ve değiştiren canlı ve cansız
varlıkların hepsinin tümel ifadesidir. Toplum doğanın, birey de toplumun bir
parçasıdır. Keza doğal toplum ahlaki toplumdur ya da toplumun doğası ahlakidir.
Bu temelde ahlakı tanımlamaya çalışırsak ahlak, bireydeki toplumsal özden
kaynaklanan toplumsal sorumluluk duygusu ve bilincidir. İnsanın içinde ve
üzerinde yaşadığı, bir parçası olduğu topluma karşı duyduğu özsel ve içsel
saygıdır. Buna vicdan da denilir. Bu sorumluluk duygusu birey ile toplumu
birbirine bağlayan doğal bir bağdır. Öz saygı olarak Onur, topluma saygı olarak
Ahlak, birbirinden kopmaz iki ilkedir. Kendisine saygısı olmayanın içinde
yaşadığı topluma karşıda saygısı olamaz. Bu iki ilke adeta madalyonun iki yüzü
gibi birbirine bağlıdır.
İşte bundandır ki, ahlak,
bireydeki toplumsallık, toplumdaki bireyselliktir. Toplumun bir parçası olan
bireyin, kendi davranışlarını doğal vicdani ve toplumsal sorumluluğa göre
şekillendirmesidir. Bireyin topluma karşı duyduğu sorumluluk ve saygı gereğince
davranışlarını düzenlemesidir.
Tabii ki, burada kast edilen
"toplumsal sorumluluk duygusu, bilinci ve davranışları”, bireyin sadece
toplumdaki bir kesime, herhangi bir sınıfa, gruba, egemene, hegemonyaya veya
otoriteye karşı duyduğu sorumluluklar değildir. Toplumsal sorumluluktan kasıt;
bireyin içinde doğup büyüdüğü, kimlik ve kişilik özelliklerinin asıl kaynağı
olan, maddi ve manevi olarak üzerinde gelişip, beslendiği sosyal zeminin asıl
kaynağı olan toplumun geneline, kısaca bireyin temel varlık zemini olan
toplumun tümel varlığına karşı duyulan sorumluluktur. Toplumdaki herhangi bir
grubun çıkarlarına göre şekillenmesi ahlaki niteliğini yitirmesi demektir. Ki,
bu noktadan sonra namus, hukuk, yasa vb. hiyerarşik, hegemonyacı ve iktidarcı
olgular ortaya çıkmaktadır.
Ahlakın, hukuktan veya nomostan
(namustan) farkı, bireydeki sosyal sorumluluğun, toplumun bir kesimine veya
egemen olan kesimin çıkarlarına göre değil de içinde yaşadığı toplumun bütünsel
varlığına göre şekillenmesidir. Namus (nomos) ve Hukuk bir biçimde bir kesimin
çıkarlarını gözetmeye dayalı yasallaştırmalardır. Doğallıktan çok birtakım
seçkinlerin (cins, grup, sınıf vb.) çıkarlarına göre toplumsal ilişkilerin
resmileştirilerek meşrulaştırılmasıdır. "Resmi olan meşrudur” mantığına dayanmaktadır.
Gerçekte ise, resmi olandan çok "ahlaki olan ilişki meşrudur”.
Ahlakın özgürlük ve onur
olgularıyla sıkı bir ilişkisi vardır. Özgürlük ve onurun olmadığı bir durumda
Ahlak da olamaz. Dolayısıyla Bireyin toplumla, toplumunda bireyle olan en doğal
ihtiyaçtan kaynaklı ilişkisi, özgür ilişkilenme biçimidir.
Özgürlük, kavramsal olarak "öz”
ve "gürleşme” kavramlarından oluşmuştur. "Öz” "içsel olan, içeriksel olandır”,
"gür; fışkırmak, bollaşmak, yoğunlaşmak” anlamına gelmektedir. Bu temelde
özgürlük özünü gürleştirme istemidir, her varlığın içinde içsel- özsel olarak
var olan "kendisini gerçekleştirme” (Aristoteles’in tanımıdır) istemi yani
aşkıdır. Doğadaki en temel ve tümel ilke özgürlüktür. İnsan toplumlarındaki en
temel- tümel ilke ise kendisini gerçekleştirmenin ifadesi olarak "Özgür Yaşama
İstemidir”.
Herhangi bir yerde bir canlının,
bireyin, kesimin veya toplumun kendi kendisini gerçekleştirme süreçleri yani
özünü gürleştirme, geliştirme süreçleri bir biçimde kısıtlanır ise o şeydeki
özgür yaşama istemi daha da depreşir ve bu özsel istem çeşitli biçimlerde
tepkilere dönüşür. Bu da var oluşun doğal bir işleyişidir. Burada önemli olan
özgürleşmenin önündeki temel engelleri aşmak ve mecrasındaki doğal akışını
sağlamaktır.
4. Felsefe, Bilim Kapsamında Ahlak,
Din ve Özgürlük?
Günümüzdeki çatışma ve savaşların
nedenleri tartışması bir yana bir biçimde hepimiz yoksulluk, cehalet, yozlaşma, insani ve toplumsal değerlerimize yabancılaşmagirdabının içindeyiz.
Savaşların orta çıkardığı en
yakıcı/ yıkıcı sonuçlar olarak; birbirine zincirleme gelişen ekonomik
yoksulluk, yoksulluğun zihniyette geliştirdiği cehalet ve cehaletin toplumlarda
derinleştirdiği toplumsal öz değerlerimize yabancılaşma. Özcesi birey ile
toplum arasındaki ilişkinin ifadesi olan ahlaki yozlaşma ve birey ile hakikat
arasındaki ilişkinin ifadesi olan dinsel yobazlaşma.
Toplumsal ilişkilerin dengesizleştiği böylesi bir ortamda başta ahlaki
ilişkiler olmak üzere, dini, ekonomik veya siyasal ilişkilerin felsefi ve
sosyal bilimlerin süzgecinden geçirilmesi belki yoksullaşmayı yaratan
çatışmaları ya da başka nedenlerini ortadan kaldırmayacaktır. Çünkü bu
çatışmaların arka planında sermayeci- iktidarcı dünya- sisteminin
çelişkileri, periyodik döngüsel ekonomik krizleri ve çıkmazları vardır.
Pratikte işleyen en temel ve genel yasa "güç olma ve çıkarlar
ilişkisidir”. Merkezileşmeye çalışan sermayeci- iktidarcı güçlere göre
çıkarlarını gözeterek kendisini konumlandırma ya da tavır belirleme anlayışı ve
yaklaşımı pratikte geçerli olan pragmatist mantık ve pratik- gerçekçi tavırdır.
Ancak bu durumda ne yapabileceğimize dair çözümleyici bir anlayış ve
yaklaşımı oluşturma yeni fikirlerin ortaya çıkmasına ve "bizi biz yapan” en
temel insani değer yargılarımızın nasıl korunması gerektiğine yönelik yapıcı
katkılar sunmak, felsefe ve bilimlerin sunduğu yöntemlerle, özgür düşünme
sorgulamalarıyla bu temel toplumsal ilişkilenmelerin tekrardan gözden
geçirilmesiyle mümkün olabilir.
Sistemleşmiş ve bütünleşmiş
birlikteliğin ifadesi olan toplum, başta toplum felsefesi ve alt
disiplinlerinin kapsamına girmektedir. Toplumsal ilişkiler ve öğeler ise toplumun
içsel olguları ve parçaları olduğu için alt disiplinleriyle birlikte sosyal
bilimlerin kapsamına girmektedir. Bu temelde toplumsal değerler ve hakikate
(bütüne) bağlanma ilişkilerini konu edinen ahlak felsefesi, etik, din felsefesi
ve teoloji (ilahiyat) kaos- kriz zamanlarının çok önemli aydınlatıcı
disiplinleri konumuna gelmektedir.
"Toplumlaşma, birlikte yaşama ve
toplumsal ilişkiler” neye göre sorgulanırsa toplumda "optimal yaşam ölçülerine”
ulaşılabilinir. Daha önce de belirttiğimiz gibi varoluşun özsel en temel ilkesi
"özgürlüktür”. Özgürleşme ise çeşitli düzeylerdeki değişimlerle
gerçekleşmektedir. Buna göre "Özgür Yaşam İlkesi” ve "Değişim Sosyolojisi”
yaşamın çok boyutlu sorunlarını anlamanın ve çözümler üretmenin felsefi
paradigma ve bilimsel parametreleridir.
Toplumsal ilişkiler söz konusu
olunca akla ilk gelen toplumun en temel iki farklı cinsi olan "kadın ve erkek”
arasındaki yaşamsal ilişkilenme gelmektedir. Dolayısıyla yaşamı kadın- erkek
arasındaki temel yaşamsal birliktelikten sorgulayıp kurgulamak başlangıç için
daha olumlu olacaktır.
Antropoloji, Arkeoloji, Tarih ve
Etimoloji gibi birçok bilim dalının ortaya çıkardığı veriler, İlk Toplumların
ve Neolitik Köy Toplumlarının, yeryüzündeki varlıkları doğuran ve çoğaltan
özellikleriyle "Kutsal Yer/ Toprak Ana (*Dhǵhem-Mater)” merkezli olduğu
görüşünü güçlendirmektedir. Mama, Matar, Anahita, Kibele, Hepat, Hava, Meyaser,
Tiamat/ Tabiat vb. isimler o günlerden bu günlere ulaşan en önemli verilerdir.
Kuşkusuz ki "Kutsal Gökyüzü Babası (* Dyḗws Ph2tḗr)” da
mevcuttur. Ancak sosyal ilişkilerde ve gruplaşmalarda "ana yerlilik”
esastır.
Uygar Toplumlar da ise ilk
dönemlerde kadının belli bir etkinliği olsa da zamanla ataerkil bir yapılanmaya
dönüştüğü anlaşılmaktadır.
Tüm bu araştırma ve tartışmalar
bir yana kadının dikkatte alınmadığı bir toplumun ahlaki değer yargılarının da
çarpık olacağı kesinlik kazanmıştır. Zira kadının doğasındaki aylık döngü ile
tabiatın mevsimlik yaşam döngüsünün özdeş ve benzer olması kadının doğasının
özgünlüğünü ortaya koymaktadır.
Cinslerin kavramlaştırılmasında
bile kadının özgünlüğü göze çarpmaktadır. Örneğin "erkek” "erk/güç”
kelimesinden türemiştir. Türkçe ’deki "kadın” kavramı Soğdca/ Bakteria dilinde
"xwatāw/ kendi güçlü, kendinden güçlü” kavramından gelmektedir. Hun
diline "xatika/ hatun”, Saka diline "xatuna” biçiminde ve Orhun Yazıtlarında
"xatun/ kadun” olarak geçmiştir. (www.etimolojiturkce.com).
Dolayısıyla toplumsal yaşam
birlikteliğinin başlangıcında kadının özgünlüğünü gözetmek önemlidir. Keza
İçinde yaşadığın, bir parçası olduğun toplumu bir tarafa atarak kurulan ilişki
ve birliktelikler ahlaki olmayacağı gibi meşru da olmayacaktır. Öyle ise,
"kadının özgünlüğünü ve toplumun genel bütünlüğünü gözeten birliktelik
değerleri neler olmalıdır?” sorusu önem kazanmaktadır.
Özgürlük, Onur, Saygı, Emek ve
Adalet olguları belki de bu birlikteliğin temel ahlaki değer yargıları
olabilir. Gönüllü ortak yaşam birlikteliğinin bu değerlere dayandırılması
toplumun da sağlıklı olması açısından önemlidir.
Aynı tarzda toplumdaki gruplar
arasındaki ilişkiler, toplum ile doğa arasındaki ilişki ve birey ile hakikat
arasındaki ilişkilenmenin ifadesi olan dinsel ilişkilerin felsefi ve ahlaki
temele dayandırılması ve tartışılması insani değer ve niteliklerimizin
korunması açısından önemli olacaktır.
Kaynakça
Tolstoy,
L. N. (1987). Din Nedir? (Temmuz 2005 b.). (Z. Güleç, Dü.) Akvaryum
Yayınevi Dünya Klasikleri Dizisi.
Wallerstein, I. (2013). Bilginin Belirsizlikleri/
The Uncertain ties Of Knowledgoe. (B. Alataş, Çev.) İstanbul: Sümer
Yayıncılık.
Yorğun, İ. (2023). Toplumların Sosyolojik
Değişimi. İlk ve Köy Toplumları. (2. Baskı b.). (K. Celen, Dü.)
Balıkkesir, Ayvalık: Baraka Kitap Yayıncılık Hizmetleri.
Yararlanılan Kaynaklar
- İyi, Sevgi.
Tepe, Harun (2012). AÖF. Etik.
1.Ünite; Etik Nedir? Eşkişehir:2012. Anadolu Üniversitesi Web-Ofset Tesisleri.
- Güçlü, A.
Baki, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Ü. Hüsrev Yolsal. (2002). Felsefe Sözlüğü-17. Ankara:
Bilim ve Sanat Yayınları.
- Nişanyan, Sevan. Türkçenin Etimolojik Sözlüğü. (2013-2016).
www.etimolojiturkce.com
- Sivrioğlu, Töre (2015). Avesta Dili Grameri ve
Etimolojik sözlüğü. İstanbul: Avesta Basın Yayın Reklam Tanıtım Müzik Dağıtım
Ltd. Şti.
Ekim 2023