3.Göz

30-11-2023 21:32
3.Göz

              

Bilinen en eski anıtsal yapı:

Göbeklitepe

Şeyhmus Çakırtaş Belgesel Fotoğrafçı/Blog Yazarı

 

1.Bölüm

12 bin yıl önce Kuzey Mezopotamya’da yaşayan taş devri insanları içinde bulundukları döneme göre inanılmaz yapılar inşa ettiler. Henüz yerleşik hayata geçişin yaşanmadığı bir dönemde son avcı toplayıcılar tarafından yapılan bu yapılar, asırlar sonra keşfedildiklerinde şaşırtıcı bilgilerle gün yüzüne çıktılar. Taş dışında herhangi bir aletin bilinmediği bir çağda insanlar taşı taşla yontmayı, sembollerle düşünmeyi, taşlara belli düzen vererek duvar örmeyi, hayvanları evcilleştirmeyi öğrendiler. Düşüncelerini taşlara işleyerek, gerçek boyutlu insan/hayvan heykelleri  yaptılar; doğadan topladıkları tohumları zaman içinde ekip biçmeyi öğrendiler ve tarım devrimine gerçekleştirdiler.

Bütün bunlar,12 bin yıl önce taş devri olarak nitelendirilen erken neolitik dönemde gerçekleşti. Bu süreç, asırlarca sürdü ama etkisi çağlar boyu devam etti. O gün bu gün tarım hala insanların en temel gıda faaliyeti; keza aynı şey hayvancılık için de geçerli.

Bu sıra dışı yapıların içinde en çok bilinen ve öne çıkan arkeolojik alan, bu günkü adıyla Göbeklitepe’dir. Arkeoloji dünyasının ilgi odağındaki  kazı alanı Urfa kent merkezinin 18 kilometre kuzeydoğusunda yer alır. Xirabreşk ya da Türkçeleştirilmiş ismiyle Örencik Köyü sınırları içinde bulunan, halk arasında öteden beri Xirabe ya da ziyaret adı verilen, en eski yerlerden biridir. 770 metre rakımlı tepedeki eski harabe keşfedilene kadar bölgede sıradan bir ziyaretti.

Bu gün artık dünya ölçeğinde bilinen Göbeklitepe’nin yer aldığı Köy ve çevresinde ilk defa 1950 yıllarında yüzey araştırmaları yapılmış,  Amerikalı arkeolog Robert.J Braidvood  tarafından  neolitik hayatın merkezi olarak tanımlanmıştır. Aynı arkeolog  1963 yıllarında  İstanbul Üniversitesinden meslektaşı olan Prof Halet Çambel ile birlikte aynı alanda çalışmalar yürütmüş ve araziyi arkeolojik haritada "V52 Neolitik Yerleşimi Yeri”olarak  belirlemiştir.*

Henry Wright adlı araştırmacı ise aynı dönemde, aynı alanda  yüzey araştırmalar yapan Amerikalı Peter Benedict  ve Bruce Howe adlı   arkeologların alanı  tespit ettiklerini ileri sürer.  Arkeolog Peter Benedict  1980 yıllarda yüzey araştırmalarla ilgili yazdığı makalede arkeolojik alan ile ilgili araştırmalardan  bahseder ve makalesinde eski yerleşim yerinin yamaçlarının çakmaktaşlarıyla dolu olduğu, en yüksek iki tepeciğin üstünün gömütlerle kaplı olabileceğini ve alanın büyük bir eski bir mezarlık olduğunu yazar.

1963 yıllarında yapılan yüzey araştırmalara rağmen,  o dönem arkeoloji bilgisi Xirabreşk’in önemini anlamaya yetmemiş, çalışmalar raporlamayla kalmıştır. O yıllarda yüzey araştırması yapan ekipte yer alan Robert. J Braidvood   ve Halet Çanbel Göbeklitepe yerine   Diyarbakır /Ergani sınırları içinde yer alan,  halk arasında Qota Berçem/yani tarihte ilk gelişkin köy örneği  olan Çayönü’nde kazı yapmaya karar vermiştir. Bu nedenle Karaharabe binlerce yıllık  ıssızlığıyla tekrar baş başa kalmıştır. Bu nedenle, uzunca bir süre Xirabreşk çevresinde  ve neolitik eserlerin gömülü bulunduğu tepede herhangi bir araştırma yapılmaz. Neolitik alan binlerce yıllık uykusuna devam eder ve sıradan bir yerel ziyaret olarak varlığını sürdürür.

Xirabreşk’in binlerce yıllık uykusundan uyanması ancak 1994 yılında mümkün olur.  Mezopotamya’da bir çok arkeolojik  kazıya katılan eski çağ uzmanı ve deneyimli Alman arkeolog Klaus Schmidt, Newala Çori** arkeolojik alanı kurtarma kazılarından çıkan gömütlerden yola çıkarak, çevrede daha eski neolitik yerleşimlerin  olabileceğini ve daha kapsamlı  arkeolojik araştırmalar yapmanın gerektiğini düşünür. Schmidt’in amacı, Newala Çori’de ortaya çıkarılan eserlerin öncesine ulaşmak, neolitik devrin kodlarını çözmek, eski yaşamın izlerini gün yüzüne çıkarmaktır. Bu amaçla ilk adım olarak Newala Çori, çevresinde bulunan tepe ve vadilerde araştırmalar yapmaya başlar. Höyükleri inceler, eski yerleşim yerleri olabilecek arazilerde yüzey çalışmaları yürütür.  Engebeli ve yüksek tepelerde geçmişin izlerini bulmaya çalışır. Yapılan çalışmaların raporlarını inceler, bölge ile ilgili makaleleri okur. Araştırmalarını Newala Çori’nin doğusunda bulunan Urfa merkeze bağlı  Xırabreşk Köyü civarına kaydırır, buraya yoğunlaşır. Nevali Çori’de çıkan eserlerin ışığında, alanda  görülebilen çakmak taşı, mermer buluntuları, taş parçalarının neolitik devirlerden kalma ihtimali göz önüne alarak çalışmalarını derinleştirir. Alan hem Nevala Çori’ye yakındır, hem de aynı jeolojik zemine sahiptir. Bu benzerliği önemser. Özellikle zeminin yek pare kireç taşı olması, toprak yüzeyinde yoğun  çakmak taşı bulunması, çevrede bulunan vadilerde bloklar halinde mermer kayaçların çokluğu, ağırlıklı olarak burada araştırma yapmasına neden olur. Alan hakkında bilgilerini çoğaltmak ve somutlaştırmak için Urfa Arkeoloji Müzesinde çalışmalarına devam eder. Klaus, eski çağlardan kalma taş eserlerden yararlanıp, bir işaret bulacağını düşünerek müzede daha fazla zaman geçirmeye başlar. Bilinmeyen bir çok taş eserin müzede bulunduğunu  bildiğinden müze bahçesinde, kıyıda köşede bulunan taş eserleri inceleyerek araştırmalarına devam eder.

Müze görevlileri, 1980’li yıllarda Xirabreşk  Köyü sınırlarında bulunan tepede,  çift süren Şavak Yıldız adlı çiftçinin  bulduğu  heykel ve bazı taş parçalarını müzeye getirdiğini söylediğinde heyecanı katlanarak artar. Müzeye getirilen heykeller, o yıllarda neolitik döneme ait eserler  bilinmediği için önemsiz bulunmuş, buna rağmen depoya kaldırılmıştır. Bu bilgi,Klaus’un araştırmasında adeta bir katalizör etkisi yapar ve çalışmalarını hızlandırır. Müze görevlileriyle birlikte heykeller inceledikten sonra doğru iz üzerinde olduğunu anlar. Ancak alınacak çok yol vardır. Müzedeki heykel ve taş parçalarının neolitik dönemden kaldığına neredeyse emindir. Kesin bir sonuca varmak için alandan  aldığı örnekleri radyo karbon testine gönderir. Çıkan sonuç tahminlerini doğrular.

Schmidt, aradığı yeri bulduğuna karar verir ve hiç vakit kaybetmeden alanda arkeolojik çalışma için çalıştığı Alman Arkeoloji Araştırma Enstitüsünü*** bilgilendirip kazıya başlama izni ister. Zaten enstitünün deneyimli arkeoloğu olduğu için işler kısa zamanda yoluna girer, Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığından da gerekli izinler alındıktan sonra 1995 yılında Göbeklitepe’yi tarih sahnesine çıkaracak kazı serüveni resmen başlamış olur. Urfa merkeze bağlı Xirabreşk Köyü sınırları içinde yer alan Karaharabelerde, böylelikle yüzyılın arkeolojik keşfine imza atma süreci start alır.

İlk yıl çalışmalar tepede gözden uzak, ıssız arazide sıradan bir kazı olarak yürür, pek kimsenin ilgisini çekmez. Tek tük meraklı kazıları görmeye gelir. Zamanla yüzeyde bulunan taşların etrafı açılmaya başladığında artık keşfin kapısı aralanır ve dünyanın en eski kült merkezi tarih sahnesine çıkar. Taş devri insanları tarafından inşa edilen gizemli  taş anıtlar 12 bin yıl sonra gün yüzü görür. Bu ilginç anıtsal taşlar gün yüzüne çıktıktan sonra artık adı Göbeklitepe olan alana ilgi artar, kazılarda çıkan eserler arkeolojik çevrelerce konuşulmaya başlanır.

Ben de tam o yıllarda Urfa merkezde öğretmen olarak çalışıyor, zaman zaman belgesel fotoğraf çekimlerine çıkıyordum. Kazıların başlamasından iki yıl sonra ortaya çıkarılan eserleri görmek ve mümkünse fotoğraflamak amacıyla Göbeklitepe’yi ziyaret etmiştim.  Kazı alanında ilk gözüme çarpan ortaya çıkarılan T şeklindeki birkaç dikili taştı. İtiraf etmeliyim ki, ilk anda kafamda  olayın büyüklüğü canlanmamış, taşların anlamını da çözememiş,ortaya çıkarılan dikili taşların kısa sürede bilimsel tarih anlayışını değiştireceğini kavrayamamıştım.

O gün ünlü arkeolog öğretmen olmam nedeniyle, taş devri ustalarının inşa ettikleri taş eserleri, o denemin sanatını ve büyük devrimlerin eşiğinde son avcı toplayıcıların yaşamlarını, inşa ettikleri alanı bizzat kendisi anlatarak büyük bir incelik göstermişti. Kazı alanın çevresinde yürürken  "Kazılan alanda  toprağa dikkat edersen, renkleri farklı toprak kütlesi görürsün. Bu toprağın her katmanı farklı bir devri, yani binlerce yıllık süreci yansıtıyor.” diyordu.

O gün, kazı alanından ayrılırken gün batmak üzereydi ve zihnim 12 bin yıl öncesine gidip gidip geliyordu. Taş dışında hiçbir aletin olmadığı bir dönemde dikili taşların nasıl yapıldığı, kurak tepede bu taşların neden dikildiği zihnimi kurcalayan ilk sorulardı.

Sonraki zamanlarda  birkaç kez daha gidip, geldim. Kazılar ilerledikçe ziyaretlerim biraz daha arttı. Arkeologlarla birlikte kazı alanında zaman geçirdim ve çokça fotoğraf çektim. Her seferinde daha fazla dikili taşın ortaya çıktığına tanıklık ettim ve yeni bilgilerle döndüm. Kazı alanında çıkan gömütlerin  büyüklüğü, taşlar üzerinde bulunan sembol ve yüksek kabartmalar, heykel örnekleri geçmişi anlamamı kolaylaştırsa da zihnimde yeni soruların belirmesine neden oluyordu. Her yeni bir bilgi zihnimde yeni soruların belirmesine neden oluyordu.

Ortaya çıkarılan anıtsal taşlar, Klaus’un verdiği bilgilerine göre  M.Ö on bininci yıllarda taş devri insanları tarafından inşa edilmişti. T şeklindeki dikili taşlar,  akıllara tapınak kavramını getirse de  Klaus Schmidt o dönemde oldukça temkinliydi. "Görevim şimdilik bu en eski kült merkezini sorunsuz kazmak ve gün yüzüne çıkarmak. Yorum yapmak için henüz çok erken. Burası bilinen bilgileri sarsacak ve tarihi çok daha gerilere götürecek. Henüz yolun başındayız, konuşmak için çok erken” diyordu.

Kazılar süreç içinde ilerliyor, benim kafamda ise "Göbeklitepe” isminin nasıl ortaya çıktığı takılıyordu.  Bu merakımı gidermek için ziyaretlerimin birisinde alan hakkında sohbet ederken Klaus’a  kazı alanına verilen Göbeklitepe isminin nereden esinlendiğini sordum. Hiç ciddiyetini bozmadan şunları söyledi: ”Alanın aradığımız yer olduğuna kanaat getirdikten sonra kazmaya karar verdik. O yıllarda bazı köylüler, bu tepeye çoğunlukla Gobekli diyorlardı. Başka özel bir ismini duymadık. Biz de bu isme sadık kalarak Gobeklitepe ismini uygun bulduk. Böylelikle Göbeklitepe ismi tarih sahnesine çıktı. Bu isim bize ait değildi, halkın söylemlerinden yola çıkarak bir senteze gitmiştik. ”

Göbeklitepe, dikkat çekici bir isim olsa da, tepenin yer aldığı köyün asıl adı Kürtçe Xirabreşk’ti. Kürtçe Xirabe, viran ya da terk edilen yer, karaharabe anlamına geliyordu. Alanın geneline Xırabreşk, kazı yapılan yere ise ziyaret, Kürtçe Girê Miraza denildiğini hatırlattığımda  Klaus, "Girê Miraza ismi orijinal bir isim. Keşke kazı başlamadan bu ismi duysaydık. Alanın ruhuna da uygun düşerdi. Ancak kayıtlara ilk duyduğumuz isim geçti.” diyordu.

Göbeklitepe’nin içinde yer aldığı geniş engebeli bölgeye Xırabreşk ya da Kara Harabe,  ziyaret ve  resmi ismi olan Örencik isimlerinin bir tesadüf olmadığı,

  antik dokusuna uygun verilen adlarla kendini var ettiği anlaşılıyordu.

O yıllarda kazılar sürerken çevre köylere hem fotoğraf çekmek, hem de alanla ilgili mitolojik bilgiler bulabilir miyim düşüncesiyle birkaç ziyaret yapmıştım. Çevre köylerdeki yaşlıların anlattıklarına göre; kazı yapılmadan önce Göbeklitepe’de oldukça yaşlı bir dardağan ağacı varmış. Ağaç tepede görünür olduğu için insanları buraya çeker, tepeye bir kutsiyet kazandırır, ziyaret olarak kabul edilirmiş. Ama ne yazık ki ağaç zamanla kurur ya da birileri tarafından kesilir. Bundan dolayı tepe uzunca bir süre çıplak kalır, ziyaret az da olsa unutulur. Çoğu insan tepedeki ağacı ziyaretle özdeş gördüğü için ziyaretler azalır. Ta ki, bir süre sonra çıplak kalan tepeye yeniden bir ağaç dikilene kadar bu durum sürer. Tepenin ağaçsız kalmasının uğursuzluk getireceğini düşünen köylüler, tepeye bir dut ağacı diker. Bu ağaç, boy vermeye başlayınca  ziyaretler yeniden artar.  İlginç olan yörede bulunan bir kaç tepede halen yaşlı dardağan ağaçlarının  bulunması ve buralara ziyaret denilmesi. Dardağan ağacı hem uzun yaşayan, hem de Kürtlerde kutsiyet bahşedilen bir ağaç. Yer, konum belirlemede en eski zamanlardan beridir kullanılan bir ağaç türü. Mezopotamya genelinde yetişen bu ağacının kesilmesi günah kabul edilir. Bölgede yer yer tepelerde oldukça yaşlı dardağan ağaçlarının bulunması inancın halen sürdüğünü gösteriyor.

O tarihte çevre köylerde hayatlarını sürdüren yaşlıların hemen hemen tümü tepede bir ziyaretten bahsettiler. Keza, aynı durum başka tepe yerleşimlerinde de vardı. Özellikle, gözden uzak ve yüksek tepelerde dardağan ağacı varsa ziyaret olarak kabul ediliyordu. İlginç olan "zîyar” Zazaca görkemli, kutsal ağaç  anlamına gelir. Ve ziyar, yani görkemli ağaçların olduğu tepeler ziyaret olarak kabul edilir. Ziyardan zîyaret türetilmiş olabilir mi bilmiyorum. Belki dilbilimciler bu konuda bir açıklama yapabilir.

Tepedeki ziyaretle ilgili anlatılanlara göre yıllarca hasta olan, çocuğu olmayan kadınlar buraya gelerek şifa bulmak için adaklar adadılar. Ağır kötürüm hastalar geceyi tepede geçirdiler. Geceyi tepede geçiren hastalar,  taşlar arasından beyaz bir yılanın çıktığını, bir nöbetçi edasıyla ortalıkta dolaştıktan sonra tekrar inine geri döndüğünü söyler. Bazı hastalar gece yılanı gördüklerinde tutmayan ayaklarının tuttuğunu, kötürüm gittikleri ziyaretten yürüyerek eve geldiklerini söylüyormuş.

Halk arasında anlatılan beyaz yılan hikayesine paralel  kazılarda ortaya çıkarılan anıt taşlar üzerinde çok sayıda yılan kabartmaları bulunması işi ilginç kılıyor. Bu bir tesadüf mü yoksa  ortak bir algı mı? Bilemiyorum binlerce yıllık ilginç bir metafor…

Kazılar ilerlediğinde Göbeklitepe’nin ziyaretçi profili değişir ama işlevi değişmez. Bütün dinlerden, etnik yapılardan, kültürlerden insanlar burayı görmek amacıyla gelse de ağacın dallarına dilekte bulunarak bez bağlama devam eder. Uzaklardan gelenlerin ağacın etrafında zaman zaman ayine benzer ritüeller yaptıkları da görülür. Bin yılların eski çağ ziyareti artık dünyaya mal olmuş bir dilek tepesine döner. Göbeklitepe’nin belki de 12 bin yıldan fazla bir süredir aynı amaca hizmet ettiğini söylemek yanlış olmayacak. Bir mabet demek belki kavram olarak tam karşılamayabilir. O dönemin ruhuna uygun bir buluşma yeri, ritüel merkezi, belki de üreme amacıyla cinselliğin kutsandığı sıra dışı bir yer…

Göbeklitepe geniş görüş mesafelerine hâkim, stratejik coğrafi konumu, inanılmaz büyüklüğü, alanın neolitikten kalma özel bir yer olduğunu kanıtlar niteliğinde. Klaus Schmidt, kazıya başladığında dünyanın en eski kült merkezine ulaşacağını o günlerde belki de hayal etmiyordu. Ancak kazı alanının eski dünyanın önemli bir yeri olduğunu tahmin ettiği kesindi.

Kazı ilerledikçe,  tarih öncesi yaşam ve uygarlığa geçişle ilgili yerleşik bilgileri altüst edecek buluntular ortaya çıkacak, sarsıcı bilgilere ulaşılacaktı. Kazıların başladığı tarihten önce bilimsel tarihin Sümerlerle başlanıldığı düşünülürken, ortaya çıkarılan Kült Merkezinin 12 bin yıllık olması nedeniyle tarih anlayışı da kendiliğinden değişecekti. Tarih öncesi karanlık devirler olarak adlandırılan zaman dilimi, en eski kült merkezi sayesinde daha somut verilerle yorumlamaya elverişli hale geliyordu. Yazının bulunduğu M.Ö üç  bininci yıllar  somut tarihin başlangıcı kabul ediliyordu. Öncesi ise karanlık dönem olarak tanımlanıyordu. Oysa ortaya çıkarılan Göbeklitepe,   "Bilimsel Tarih Sümer’le başlar" tezini sarsıyor, tarihsel süreç çok daha gerilere giderek, bilimsel tarihin başlangıcı da artık Sümer değil, çok daha gerilere, neolitik topluma kadar geriye gidiyordu. Burada ki kazılar arkeoloji dünyası açısından bir devrim niteliğindeydi.  Yazının bulunması önemli  bir başlangıçtı ama tarih çok daha gerilerden ses veriyordu artık. Yazı yoktu ama soyut semboller vardı.

Göbeklitepe’de ortaya çıkarılan taş yapılar hem tarihsel süreci 7 bin yıl daha gerilere hem de  karanlık devirlere olan bakış açısını değiştirir. Yeni düşünceler, yeni arayışlar ve inşa edilen kült merkezlerinin öncesi tartışılmaya başlanır. Göbeklitepe inşa edildiğinde yazı yoktu, bildiğimiz anlamda bir hiyerarşik kurum ortaya çıkmamıştı ve en önemlisi avcı toplayıcı toplumlarda gelişmişlik düzeyleri bilinmiyordu. Göbeklitepe gibi anıtsal  yapıların inşası, yapının asırlarca kullanılması akıllara bir çok soru getiriyor, neolitik dönemin bilinenden daha farklı bir zaman olduğu düşüncesini gelişiyordu.

Göbeklitepe’nin keşfi  bütün bunlara yeni yaklaşımlar getirdi.  Tarım devrimin henüz yaşanmadığı, yerleşik düzene geçilmediği düşünülen  bir dönemde neolitik çağın taş ustalarının etkisi asırlar sonra ortaya çıkacak eserlerle yerleşik hayata ve tarım devrimine geçişi hızlandırdıkları anlaşılıyordu. Karanlık  dönemlerde dikilen taşlar, gerçek boyutlu  heykeller, anıtsal stellere işlenen yüksek kabartmalar o dönemin zihin dünyası hakkında önemli bilgileri yansıtıyor,  tarihin karanlık dehlizini on iki bin yıl geriden aydınlanıyordu. Kazı alanında yerleşik hayatla ilgili izler bulunmasa da bilinen bilgilerin dışında bir hayat sürdürüldüğü açığa çıkıyordu. Karanlık dönem olarak bildiğimiz zaman diliminde insan toplulukların yaşam tarzları ve ortaya koydukları eserler insan zihnini zorlayacak türdendi. Gerek olağanüstü taş anıtların dikilirken kullanılan mühendislik hesaplamaları, gerekse de taşlara işlenen yüksek kabartma örnekleri, soyut semboller o dönemin hiç kuşkusuz gizemli olduğuna tanıklık ediliyordu.

Göbeklitepe ve daha sonra kazılan benzer alanlarda ortaya çıkarılan buluntular, hem tarihin en gizemli kapılarını aralıyor, hem de insanlığın geçmişine güçlü bir ışık tutuyor. 12 bin yıl önce yani  erken neolitik dönemde, son avcı toplayıcılar tarafından inşa edilen bu sıra dışı kült merkezinin gizemi henüz çözülmese de tarihsel sürecini değerlendirme imkânı var artık. Henüz çok bilinmeyeli bir denklemle karşı karşıya olunsa da eserler adeta binlerce yıl öncesinin ışığını günümüze taşıyor. Bu alanlarda vurulan her kazma yeni keşiflerin kapısını aralıyor, tarihin karanlık perdesinde gedik açıyor…

Devam edecek…

 

IdeaSoft® | Akıllı E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.