3.Göz
Hayri
K. Yetik yazdı.
Hüseyin
Kaytan, Dağ Divanı adlı toplu şiirleriyle dönmüş bulunuyor, diye başlarsam
haklı olarak sorulacaktır: "Nereye?” Hatta "nerden?”
Şimdi
nerde, hangi dağın yamacında, keçi mi güdüyor, siper mi kazıyor, bilemem; bir
zaman eğleştiği buralardan uzakta. Her ne kadar mekan adları ansa da şiirlerine
bakılırsa bir yerdışıdır imlediği. Bunun içe ve dışa doğru bir göç hâli, bir
evrensel göçmenlik duygusu olduğu da söylenebilir. Şimdiden belirtmeliyim; aşağıda
nerden nereye olduğunu okumaya çalışacağım gidişi, genellikle bu durumlarda
akla gelebilen bir masumiyet arayışı
[1]
gibi
görünmüyor, vardığı ve varabileceği yer de Cennet(!) değil... Dünyasızlık denebilir
buna, hatta Platon’un Khôra’sı.
Nihilist,
anarşist göndermelerine, yaşantı tercihlerine ve şiir metodolojisine bakılarak,
bir akla bağlayamayız Kaytan’ı, dolayısıyla kaybolmaya bırakılması belki de
daha anlamlıdır. O zaman şiirlerine anonim denir veya şairi bilinmiyor. Ne var
ki aynı nedenle bizim çıkışsızlığımıza benzer serzenişleriyle hâl-i
pürmelâlimize yoldaşlık edebileceği için onu kendi başına bırakamayız
[2]
. Ne
derse desin, niyeti ne olursa olsun o, bundan kaçınsa da biz kaçınamayız; onu
yazınsal uzamın bir yerine koymaktan alamayız kendimizi. En çok da şiirdeki
tıkanmanın aşılmasında sözünün eri, gerçekle ahlakı özdeş tutan duyarlılığı ve
poetikasıyla, ama en önemlisi ve onu da belirleyen aporetik
karakterli bir adalet arzusu içindeliği
dolayısıyla yazınsal
uzamımıza konuk edip ağırlama gereksinimi duyacağımız için. Bizi muhatap saysın
saymasın belki de yazın coğrafyasına girme cüretini teşhir ve telin etmek için.
Benim
niyetim olası çözümleme ve değerlendirmeler için tam da burada bir "insaf” ve
farkındalık uyarısında bulunmak; üstüme vazife ya da değil, uzamın ne kadar çok
megaloman barındırdığını ve hoyratlığını bildiğimden. Belki de ayna tutacaktır yüzümüze
arkasındaki sır şiirleri; bakıp ne olduğumuzu görelim diye.
Şimdi
bildik sadakat ve adam kayırma ilişkilerinin kanıksandığı, karşılıklı methiye
yazanlara bakıp bu düşüncelerimi de öylece övgü sananlar olabilir.
Belirtmeliyim, sadece takdirimdir ve şiir adına kıvancım; çünkü düşündüğü gibi
yazan yazdığı gibi düşünen bir şair Kaytan. Sahici şiire kendisi gibi çevresindekileri
de uzaklaştıran müteşaire iktidarına yüz sürmeden -verme olanağı da yok ya- o dağdan
örnek oluşturuyor; nicedir yitirmiş olduğumuz bir samimiyetle.
Hayattan
soyut, hatta şairin kendi duyarlığı bile olmayan şiir üzerinden şiir yazmak,
şiirle yaşıt olmasa bile bu çok eski yönsemeye Osmanlıcadan aktarma bir deyimle
müteşair/müteşaire
[3]
deyişimdeki kastım açıkçası şiir yazarıdır. Bu alışkanlık bilindiği gibi bir
evrim geçirdi Cumhuriyet okuryazarlığıyla; sonra 60’larda toplumcu gerçekçi
anlatımcı şiirle ve 80’lerde II. Yeni’nin kötü taklidi matris denilen tarzla bir
daha. Olageldiği gibi hayattan yola koyulmuş olsalar bile bu sularda vaftiz
edildikleri için genç yeteneklerin şiirleri de –sözüm meclisten dışarı- suyunun
suyu bu uzamda aslında kirlendiler. Bir kanonları yoktu, olamazdı zaten; o
soyut matrisin dümen suyuna girebilenlerden kimileri şair olarak öne
çıkarıldı/çıkmış oldu.
Şimdi
bu satırları okuyan kendini hakkı yenmiş, bastırılmış sanan genç-yaşlı kimi
müteşaireler bu önermeye hemen sarılacaktır. Onları fazla heveslendirmeden öncelikle
belirtmeliyim yeteneğini lokomotif, zamanın ruhunu bir rüzgar gibi arkasına
almış şair, kolay bulunur ‘kimesne’ değildir; genellikle kaos zamanlarında ona
gereksinim duyulur; o da buradan beslenir, birçoğu da bu kaos arasında yola
koyulmadan veya yolda kaybolup gider. Ama hiçbir şey yoktan var, vardan yok
olmaz yasası gereği, irili ufaklı yaratımları varsa bu kaosta en azından gelecek
şiire basamak olur. Doğa, kültür tarihinin bu yasası şiir için de işler. Ve biz
en azından onu basamak olarak biliriz. Ya da bu uzun ve ölümcül tırmanışın bir devri,
bir dönemi olarak yerini alır, yeni kuşakların, felsefenin, bilimin bir uğrağı
olarak.
Kastım,
gözetilen bu boyuttaki şairin gelmemiş olması kuşkusuz yukarda andığımız iki
ana damarın çoraklaşması kadar tüketimci kapitalizmin dili elimine eden
kuşatmasıdır. Ona seçenek bir yaşam olabileceği önermelerini cesaretlendirmesi
bakımından da önemli bulduğumu belirtmeliyim Kaytan’ın şiirini.
Bu
bağlamda Paul Ricœur’ün, uygarlığın bir ”isteme ve değerlendirme merkezi”
bulunduğunu, bunun kaos durumlarında gelecek ve geçmiş bağlılığı, bir başka
deyişle deneyim alanıyla beklenti alanının diyalektik birlik, geleneksel yaşama
isteği, yaşam biçimi, beğeniler, değerler olarak yansıdığını ve ahlaki yargıya
yatırım yapan bir etiğe götürdüğü varsayımı
[4]
odağında
değerlendirmeye alacağım Hüseyin Kaytan’ı.
Felsefi
çıkışsızlığına koşut dil ve epistemolojiyle engelli böyle bir bağlamın türev ve
türümleri olarak görünmekte şiirleri Kayytan’ın. Bu nedenle de insana bilişselin
ötesinde düşünmeksizin belleğe doğan(sâniha, epifani, la revelatio) bir gizli
olayı açığa çıkarmaya niyetlenmiş sözlermiş gibi gelen
"bilmediğimiz bir
andan çoktan boşaldı bütün varlıklar”(296)
"bildiğimiz gibi
değil dünya/olsaydı öyle eğer, ne gök kalırdı senin üstünde/ne benim başımda bu
anlaşılmaz sevda”(296)
"madem ki hakim
mahkumdur gerçekte
Neden bu yargılama?
Cevap ver
Madem ki ölenle
ölünmüyor
Gerçekte ip kimin
boynunda”(53)
"Anla yüreğim
cevabın bilmediği tek soru ölümdür”(55)
vb
dizeleriyle örneklenebilecek bu fantastik uzamda imgesini bir pantetlon gibi
kullanıp yörüngesinin, eşdeyişle bilişsel anlamın, kavrayış ve epistemolojinin
ötesine gidip çekim alanına geri döner. Böylece oluşturduğu/oluşan "huzursuz
denge”
[5]
hâlinde,
merkezden kaçış ediminden olsa gerek Kaytan, önceki kitaplarıyla
[1]
bir
araya getirdiği Dağ Divanı’ndaki özellikle bildik anlam dünyasına göre ayrıksı
görünen yeni şiirleri, bir başka uzamdan, bir başka dilden seslenir gibidir…
Yoksa
tersineli bir anlatım denemesi sözkonusu değil; poetikasının sorunsal
görünmesine yol açan ama, aynı zamanda varoluş nedeni paralaks olarak tam da
şiirinin dinamiği, pragmatik tutarsızlık görünümü veren bu tutumu; minör algısından
ve yine bu algıyı söz kalıbına dökerken majör dili zorlamasından kaynaklanıyor.
Bir yerde denebilir ki şairin bilinçli seçimi, bir başka açıklaması bunun
şiirin dile gelmezliği. Çünkü epistemolojisini kuramamış bir dilin, dil edinci,
dil edimi veya anlatımın pragmatik tutarlılık göstermesi varoluşu nedeniyle risklidir.
Hem
minör dil, hem söz edimi hem de epistemolojisi açısından şu söylenebilir ancak:
Dil sadece bürün değilse, bürün sözün/dilin bir yüzüyse öbür yüzündeki imgenin
minör bir imge epistemolojisinin de kalıbını bulamamış kavramlardan,
gösterilenlerden oluştuğunu kabul edersek Kaytan, minör bir şiir yazıyor.
Pragmatik tutarsızlıkları gibi belli ki dağ’da yazılmış, düzeltilme, üzerinde
çalışma olanağı olmadığı ve şairin dediği gibi söylenmek için yazıldıklarından
olacak şiir dışına çıkan, vulgarlaşan bölümleri gibi kavram ve imge olarak
dönüştürücü olabileceklerden de dizeleşememiş olanları var; ama, bunu önemsemez
Kaytan; çünkü bilişsel olan ile epifani/esrime anında içe doğan sezişle
bilmenin aralığında, daha açık bir sözceyle uyanıklıkla uyku arasında gidip
gelen imgeler gibi gidip gelirler. Şairin düşünsel uzamıyla sunulu dünya
arasında karışan imgeler olarak adlandırılabilir bunlar. Tam da "Şiir dönerek yokluğun girdabında/yutuyor
yaprakları, sesleri, beyaz taşları”(294) dizesinde söylediğine benzer bir biçimde.
Hayatı
da dahil, bütün bunlar, kurumlu kuruntulu epistemolojinin plastikleştiren
aklını aşabilmesinin ve şiirleşebilmesinin, çırıl çıplak insan olabilmesinin
olanağı olarak kendiliklerinden, Müslüm Yücel’in sözcesiyle "hakikati/gerçeği
söylemenin dile karşı bir saldırıya dönüşmesi”
[6]
edimi
olarak, bir başka deyimle lisan-ı hâlin potasında gerçekleşmekte. Evet
Kaytan’ın şiirleri bir oluşun/oluşum sözleri. Ve belki de bu nedenle
çapaklarını ayıklamaya, temizlemeye bile gerek yok. Ancak böylece kastını aşan
önermelere yol açarlar; bilmenin değil, bilişsel olmayanın, kavrayışın
ötesinden sezgisel olandan ve başka bir dilmiş gibi seslenirler.
İnsan
dünyada ister bir yabancı sayılsın ister çekim merkezi ya da eşref-i mahluk; verili
söylemi sorgulamaya, zorlamaya başlamışsa umarsızdır ve bir umar arar. Ama
güvenle tutunabileceği bir dal yoktur. Ne dünyanın faniliği ne de gölgelerden
ibaret; bir rastlantı olması, insanın da kendine bir anlam, bir misyon
yüklemesinin anlamsızlığı anlamına gelir bu. Öyleyse olmakla olmamanın
aralığında bir meseledir ve abartmaya gerek yok. Dünyaya sımsıkı sarılmak her
şeyi yüz üstü bırakıp gitmekten daha anlamlı değilse durmak huzursuzluktur.
İntihar gidişi ardındaki tüm kapıları kapatır; adanmış ise kapıları kendi için
kapatır yalnızca; bir ereği ve bir nedeni vardır ve dünyevidir; çünkü intihardan
farkı varoluşsal olmayıp derdi, dünyanın düzeniyledir; onun için de edilgen
değil, etkindir.
Bu
etkinlikten Kaytan’a düşen artı bir çıkışsızlık, o da ölümü, ölümlülüğü
sorgularken öldürmek zorunluluğuyla karşı karşıya olmaklığıdır. Dağda ve
özgürlük -Kürtlerin gibi görünse de bir paralaks olarak mutlak özgürlük- için
savaşan birinin şiire ikizi gibi yüklenmiş hümanist epistemolojinin engelidir.
Kendi hayatını hiçlemiş birinin bir başkasının hayatını kutsaması elbet de
düşünülemez; eğer Hz. Eyüp gibi kadere ve tanrının takdirine inanmıyorsa -ki
Kaytan böyle bir inanç içinde görünmüyor, ancak ortak bilinçaltında olabilir-
bir arketip olarak büyük anlatının dinsel olanı, yerleşik takiyyenin söylem
parçacıklarıyla sıkça diline dolanır. İbrahimî epistemoloji "o apaçık cinayet, o semavi kuran”(162)
nitelemesinden tanrıyı "asılsız bir suret”(152)
tanımlayışından ve "her savaşta bir inanç
yıktım”(148) deyişinden ve "zamanı
kırıyorsun, lisanı kuruyorsun/belirsizlik! Seninle bir yasa oluyor”(146) önermelerinden
anlaşılacağı gibi açık açık didişdiği bir söylem olarak diline dolanır. Dinsel
anlatıyla alıp veremediği bu kadar görünüyor.
Yalnız
özgürlük tasavvuruyla değil, Kürtlerin mazlumiyetine ve Kürdistan’a ilişkin
göndermelerine rağmen büyük ulusal anlatıya ise takılmaz; onun dışında
değerlendirmek gerekir. Öylece liberal göstergeler de yoktur dilinde, soyalist
anlatılar da ciddi bir varlığa sahip değil. Bu söylemler gibi dil verimlerini,
dil edimlerini de aşağılarda bırakmış gibidir. İkiyüzlülüklerin, ince
hesapların, çıkar kaygılarının, yalanın dolanın, sahteciliğin, dalaverenin,
sömürünün, iktidarın, şiddetin retoriksel ve politik diline karıp topunu bir
tutar gibidir.
Dünyanın
ortasında bir ‘uygarlık huzursuzluğu’dur Kaytan’ınki, bir uygarlık problemi; uygarlık
ya da başka bir şey, yenisi için eskisini çözümlemiş; bir ermiş gibi
arınmaktadır, soyunamamakta/soyunmaktadır kalıntılarından. Bir çıkışsızlık
edimi olan şiirine dönüştürmektedir bunu. Türkçe şiirin günümüzdeki tavsama
nedeni kabuğunu kıracak potansiyeliyle kendine yol açacak bir şiir. Gelip
nereye kurulacağı aynı zamanda ve belki de yalnızca şiirindeki teknik sorunları
aşmasına/düzeltmesine bağlı. Onlar orada dursa da bir cevher olarak bu şiirler
tözünü koruyacak; bir başka boyutuyla gönderge alınacaktır, size/bize
dokunacaktır nerede olursa olsun, nereye kurulursa kurulsun. Dağ sürgünü kalsa
bile.
Divanı’na
göre dağda olmak gidilecek başka bir yer olmadığı içindir. Kendi seçimi olmayan
ve olamayacağı bir yerdir bulunduğu yer Kaytan’ın. Dünyada olmaklık olarak
düşünebiliriz bunu; ama, "nefes alamazsın
ölürsün/büyük bir gökyüzü yoksa ruhunda”(296) deyişine de bağlanabilecek dünyanın
zindana dönüştürülmüş yerlerinden birinde Alevi ve Dimili olarak Dersim’de, "Geçmiş bir çocuk gibi gölgesini kovalayan
[7]
ölüm olmuş, ona yakalanmamak için"sürekli yağmur yağan ve selvileri rüzgarlarla konuşan bir Kürdistan’da”dır.
Bunlara özgürlük istemini, istemese de üstüne yapıştırılmış komünist kimlikleri
de eklenebilir. Bu dünyadaki yabancılığını kışkırtan her biri sistemin
ötekilediği bu kimlikler her iki anlamıyla isyanın nedenlerindendir; hem
kıskıvrak bağlandığı için hem de masumiyetlerine karşın ve de kendi seçimi
olmadıkları halde başına kakıldıkları için.
"Gidiyorum bu
yerden/düşerek bir gözyaşı gibi/geçmişin gözlerinden//miras bıraktığım büyük
sessizlik/paylaşılsın isterim eşitçe/aşıklar arasında” diye veda eden Dağ Divan’ını
çözümlemeye bir başlık sayılıp ya da bir nirengi noktası, şu dizelerinden
başlanabilir:
"ozan, okunmaz bir
kadındır
Hayata derin bir
lahit hazırlayan
lahitte bir yazı,
divan
her yazdığı bir
mezar yazıtıdır, ancak ölmekle anlaşılan
ve okunmaz, yıkıcı
aşk söylemi eşkıya kitabında…”(162)
Zaman,
ölüm, özgürlük, savaş ve çok derinlerde kalmış aşk, az çok adalet, gerçek, Tanrı,
felsefi sorunsallar olarak aproisini oluşturur Kaytan’ın. Bunlara odaklanmıştır"zamanın olmadığı bir derine düşen”298
"herkesin söyleyip duymadığı, konuşup
bilmediği lisan
Ölüler kitabından
bir dua, bir yakarış” 147
"Evrenin çıkışında
hüzünle düşünen tanrı”217
"zaman aşılamıyor” ve dönüyor.(261) Ama, dönülmez
olana giden arkadaşları vardır. Kısacası kıyısından bu derin kuyunun gelmiş
olmanın bir nedeni olmadığı için bu dünyaya, bir amacı da olmayacaktır; aslolan
andaki varoluştur ve "gülden geceye bir
açılma, bir dağ açılması”(150) ve "ayrılık
bize açıldı ve biz ayrılıyoruz”(177) […] "Ne olur her şeyin ruhunda
olayım//açılır açılmaz bir gül olayım, siyah bir gül/bir nefes gibi alınır bir
dil olayım”(179) dediği üzre Heidegger’cil bir anlamlandırmayla söylersek
dasein’dir/açığa çıkmadır. Freud’un deyimiyle de bu ‘gegenbesetzung’dur
[8]
denebilir. Ya da dış kaynaklı
olarak içe doğma veya esinlenme, hatta tanrıyla pek barışık görünmese de
entheos
[9]
dedikleri tanrıyla dolma… Her neyse dağ bunun bir olanağı olarak görülmüştür
Kaytan’a.
Tevrat’tan
Köroğlu şiirlerine dek dağ, mazlumların sığınağıdır; olası okumalar ve
çağrışımlar için anımsatılmalı Hz. Muhammed de paganlardan kaçarken bir dağ
kovuğuna sığınmıştı. Kitab-ı Mukaddes’te de din "sağlam kaya” olarak
adlandırılır. Kaytan’ın da mecazi olarak özdeşlik kurduğu tarih boyunca dağlı
bir kavim olarak anılan Kürdlerinki bir kimlik meselesidir. Gelecekte nereye
evrileceği bilinmez; bugün de hem politik yaşamları hem de ekonomik koşulları
bu niteliği haklı kılacak zorunlulukları durumunda. Ama en önemlisi gerilla savaşını
yeğlemiş olmalarıdır. Kürdistan’ın her yerinde artık dağ denince gerilla mekanı
akla geliyor.
Hüseyin
Kaytan, bu bağlamda gerçek bir dağlıdır; ama şiiri bir dağlı şiiri mi yoksa
felsefi şiir mi eski deyimle söylersek hikemiyat mı? Hatta modern bir şatahat
olduğu bile söylenemez mi? Müslüm Yücel’in savına göre "dağa çıkış nedeni dağı
yazmaktır.”(17) Yani gerilla savaşı anlamında dağın şiirini yazmak için dağa
gider. Düşle gerçeğin barışması anlamına da gelebilecek birçok delikanlının çok çeşitli nedenlerle dağa
çıkıp gerillaya katılması
[10]
ve düşünsel değişim
yaşamasından farklıdır Kaytan’ınki, önceki şiirlerinden de anlaşılacağı üzere
o, her ne kadar arkasında Dersim isyancılarının tarihsel birikimini, ortak bilinçaltına
sahip olsa da nedeninin felsefi bir sorgulama olduğu ya da ona dönüştürdüğü
söylenebilir. Bu dünyayla bir hesaplaşmadır denebilir. Abdullah Öcalan’a
methiyeler yazmış olsa da bunu bir istisna hâline bağlamak ve Öcalan’ı haklı ve
yerinde bir isyanın düşünümsel bir sembolü olarak algıladığını varsaymak, öyle
okumak Kaytan’ın genel eğilimi içinde entegrizmi mümkün saymak daha doğru gibi
görünüyor bana. Bu
gibi güncellik referanslı başka dizeleri de gösterilebilir mesela "silah bilgidir, bilgedir, dedim. İhanet
etmez bir sevgilidir. Silah, yani tıpkı bir toprak çapası gibi”(86) dizesi…
Şaire
ilişkin bir genelce çıkaracaksak kitabından meselesi evrenseldir; yalnızca
köleyi kurtarmak değil, denebilir; özellikle "mesele, efendiyi köleden kurtarmakta”
[11]
gibi yerleşik iktidar algısını da aşan önermeleri göz önüne alınınca.
Dağ
öncesi şiirlerine bakıldığında Kaytan’ın dağ yolculuğunun "metafizik ruh gerçekle yüzleşir”
[12]
belki de hakikaten bir gerçeğe varmak onunla yüzleşmek üzere kozmik bir sürgünlük olduğu ya da bildik mitlerdeki
yükseliş örgesiyle aynı ihtiyaçtan kaynaklanır. Bu önermemi açımlamak için şu
örnekleri anmam bir abartı sanılmamalı; en azından sözkonusu mitlerin
üretildiği zamanların kültürel ortam olarak Kaytan’ın zamanının gerisinde
olması nedeniyle.
Göndergeleri
ve göstergeleri, simgeleri, imgeleri çelişik, hatta karşıt gibi görünebilir; bu
bir felsefeye dayanmamasındandır, hatta bir partinin açtığı silahlı cephede
‘dağ’da olmasına karşın ideolojik bir bağlanmışlık içinde görünmez. İyi ki de
böyle; çünkü bağımsızlığı imgesel özgürlük, dolayısıyla yaratıcı enerjiyi
sağlıyor; şiir rüzgarını arkasına alması olanağı için. Böylece, duygu ve
düşüncenin yolunu açıyor, o gerçeğe ve gerçek şiire, maddi ve ömre ilişkin bir
kaygı gütmeksizin yalnızca insan oluşunu gerçekleştirmiş olmak için o felsefe
taşına, "kelimelerin büyülü”
[13]
olduğu zamanlara doğru…
Gılgameş,
arkadaşı Enkudu’yu geri getirmek için, Orpheus, sevgilisini yeraltına; Ardaviraf,
gökyüzüne yükselir inançları yenilemek için; Dinakhut ve Pavlus’un seyahati de
öyle, Miraç da; İlahi Komedya inançları sorgulamak için, İnsanlık Komedyası
insan ilişkilerini anlamak için toplum içine birer seyahattiler; Kaytan’ınki de
denebilir ki bir zuhur, bir taşma/dışavurum, bir anlamda exodus(tanrıdan çıkış)
veya kainatın yaratıcısının(demiurge) dünyasını yok ederek olağana geri dönmek
üzere.
Yerleşik
takiyenin mitleri bu yükselişten uzlaşmayla dönerler; Kaytan, "dağ bir unutmama tarzıdır/çöle karşı bir uyanma”(232) beyanından "Dağı yeğ tuttuk,
bir kendine yaslanma tarzını”(125) söylemine "Demek yaşamanın ihanet sayıldığı zamanlar da vardır”(167)
noktasına, ordan "bize kalan boynumuzu
gergin tutmaktır, -bütün onur bu, kanımız diri aksın diye/eylemine esir olan
akıncı, yola tutkun olan bilici; bunlar mucizenin simyacılarıdır. Uzağın
sihirbazları”(238) diyeceği yere gelir. Bir huzursuz olarak gitmiş bir uyumsuz olarak döner
gibidir aşağıdaki dizelerinden anlaşılacağı üzre:
"gerçek kendisinden
başka her değerli yerde gizlenir”(66)
"Ah sonsuz bir ülke bizim ülkesizliğimiz”(179)
"O zaman anladı ki hayat bütün masallardan
daha ötelerde, daha ulaşılmazdı”(79)
"yarın aslında kendisinden geldiğimiz bir
Zaman/Budala bana oyun oynuyor demek/Olan her nesneyi yutan olmayan”(267)
"zamanın bir sınırı var ben oraya gideceğim”(196)
"zamanın dışında
ölüm olmaz sevgilim/Zamanın dışında ayrılık olmaz”(288)
"dinleneceksin/zamanın dışında”288
"çünkü Zaman/hep
orada olan bir şeydir/ve olmayan bir yerin hemen kıyısında tutar hepimizi”(303)
Bir yerde insan
ışıktır diyeceği üzre "sadece ışık kendine kıyabilir/her şeyin sınırını aşmak
için.”(170)
"düşmek burada bir
başka göğe düşmektir”(260)
"gidip dönmeyenlerin hikayeleri sonsuz”(282)
"Kadın kapağı
örtünce, Hamid kelimeleriyle birlikte/artık bir daha çıkamayacağı o
karanlıktaydı.” (78)
"Adalet nedir gerçekten? Söyle Siya, zamanın
kadın kuyumcusu
Ey bir elin
kefesinde tartan ömrümüzü
Bir elinin
kefesinde ihanet dara”(57)
"hakikat
körleştiren bir zehirle yazılmış, bir göz kapağının içindedir.”
"ancak imkansız
olan gerçektir”(257)
Ödenecek bedel
bunun içinmiş gibi. Ya da
"kendi çölüne sürgün, durmadan uzağa gidişim
budan”(175)
dediği üzre pek de umutlu gitmemiştir bu yüzleşmeye, ama büsbütün umutsuzdur:
"Şahaydar’a
[14]
da kalmadı ya/gerçekte bir hayaldi Dersim//Her birimiz kendi ruhunun
kuşlarıyla/gece gündüz dönüp duruyor çevresinde aynı ateşin//sabahlar bazen
yanık kanatlar gibi kokuyor/bu rayiha ayrılıktan yanan bizlerin”(297)
"Asla bir sabah
olmayacak/ve dönülmez olandan dönmeyecek Şahaydar/gecenin üstünü açık bırakıp
bu koca boşlukta”(297)
Terimlerin,
hatta kavramlarının da ötesinde Kaytan’ın çıkışsızlığı dağla simgelendiği gibi
Kürd savaşıyla sınırlamak yerine; aynı zamanda savaşları, dinamikleri de dahil
ordularının bozgununa karşın düşmanlarla çevrili bu ortamda etiyle kanıyla
insanlığın canla başla direnişi olarak okunabilir. Şiirin işlevselliğine
dayanarak başka bir dünyanın mümkünatını imler. Mesele tam da bu noktada PKK’yi
de Kürt meselesini de aşan boyutlara sahip.
Yinelemiş
olacağım; ordan konuşuyor gibi yapsa da Kaytan, yalnızca şairliğinin ve
şiirinin gücüyle sınıf mümesili gibi bunu haber veren başkalarından bir adım
önüne çıkmaktadır, o kadar.
Dağ
ve ölüm, nerdeyse birbirinin astarı ve yüzü gibidir bu şiirin. Birbirinin ulamı
olarak bu kavramlar dağın pitoresk/parnasyen/empresyonist tasavvurlarından
ayrımını içerir. İki algı arasındaki ayram/boşluk Derrida’cı bir okumayla
söylersek şiirin epifanisini oluşturur. Bu okumaya,
"Boşluğa sığınırım
herkesin tanrısından”(137)
[…]
"bize ömür çarşısından
boş bir terazi kaldı”(139)
dizelerini tanık tutmak olanaklıdır.
Açık
ifadesi bunun şiirin gözüdür orası, "ey
hiçliği de kaplayan yokluğum, sen olmasan ne kalırdı”(310) dediği bir
boşluk; dizeler, imgeler ordan fışkırır. Tam burada zaman ve mekan üstü
sonsuzluk, bir başka deyişle doğada içkin/doğayı içkin bilinç durumunun
metaforu olarak dalga ve deniz dönüşümünü akla getirecek biçimde ruh göçü
tasavvuruyla ölüm bir şahlanan dalgaya benzetilince; kendini öldürmek/öldürtmek/”şahadet”
meşru görülür.(24) Doğanın sonsuz döngüsü içinde şeylerden bir şey oluşa gözünü
kapatmaz Kaytan; empirik olarak da dağın yasası ölümle yazılır. Ama biraz daha
özelleştirerek söyleyecek olursam aynı zamanda dağ her anlamıyla anayurttur.
Kürdistan
dağlık bir bölgesidir dünyanın ve tarihine bakıldığında nerdeyse yol geçen
hanıdır, dolayısıyla savaşsız olmamıştır hiç; ikisi de ölmek ve öldürmekle birlikte
akla gelir. Açık söylemek gerekirse yüzyılların yasası yaşamak için öldürmekti.
Bu, nakıs talihidir Ortadoğu’nun kalbindeki bu coğrafyanın.
Ve
Kaytan bilge bir şair edasıyla bunu itiraf etmenin açık sözlülüğünü ve
çözümsüzlüğün gerçeği görmekten başka bir yolla aşılamayacağını anımsatır. Hiçliği
böylece beyan eden ve duyumsatan Kaytan doğaldır ki şiir biçimlerini de
umursamadan yazacaktır. Bu anlamda bir deneyselliğe kalkıştığı söylenemez, ama
yer yer öyküye dönüşür anlatımı, kimi şiirlerinde de fantastik göstergeler
kullanır, dinsel metinlerin mitolojik imgeselliğine yaklaşır. Bunlara rağmen
Dağ Divanı’nın Kaytan’ın öyküsü şairine yabancılaşmaz. Melezliği
savunduğunu/gözettiğini söylemek değil; ama, Dağ Divanı’nın, efsane ve anı öykü
arası melezleştiği söylenebilir. Bu da o
"okyanus duygusu”nun enginliğine bağlanabilir, zaman ve mekan gibi biçimlerin
de her an bir hâlde göründüğü tasavvuru içinde...
Kurdistan
gibi şiirsel söz gibi ölümle yaşam gibi eşzamanlıdır, içli dışlıdır. Bunun
farkındalığıdır Dağ Divanı. Bu sınırdan kaçamayanın/kaçınmayanın itirafı ve
kederidir.
Aslında
hepimizin…
[1]
Prelapsarian:
Âdem ile Havva’nın cennetten kovulmadan önceki saflıkları ve masumiyetleri.
Postlapsarian da cennet sonrası. Acosmizmse dünyasızlık demektir.
[2]
Jaques Derrida, adaletin imkansızlığı dolayısıyla sonsuz adaletle yasal
adalet arasındaki paradoksu bu terimle adlandırır.
[3]
Müteşair: Şiiri
hitabete, propagandaya indirgendiklerinden şairi pazarlamak için şiir yazan,
şairlik taslayan anlamında bu terimi kullanmayı yeğliyorum.
[4]
Bkz. Olivier
Abel, Jérome Porée, Riceur Sözlüğü, Say Yayınları, İstanbul, 2002, s. 67
[5]
Celal Soycan
[6]
Dağ Divanı, Önsözü,
s. 23
[7]
"gölgesini kovalayan bir çocuk gibi arkamızdan geliyor ölüm. Nereye gidersek
geçmiş ardımızdan geliyor. Karanlık sızmasın diye.”levhalar, s. 65
[8]
Karşı enerji. Bilinçaltına bastırılan duygu. Bilinç
düzeyine çıkmak için devamlı enerji sarf eder. Ego, bu yüzden onu bastırmak
için enerji sarf etmeye devam etmek zorundadır. İşte bu enerji, Freud
tarafından gegenbesetzung olarak adlandırılır.
[9]
Entheos: Yunanca tanrıyla dolma,
onunla birleşme…
[10]
"düşle gerçeği barıştırdı gerilla oldu, yani ve bulutların daha yukarılarına
tırmandı/hayata bir de rüzgarın baktığı gibi bakmasını öğrendi” s. 85
[11]
Levhalar blm. A. 52
[12]
Müslüm Yücel,
Dağ Divanı Önsözü, s. 18
[13]
"O zamanlar
kelimeler büyülüydüler ya” Levhalar, s 83
[14]
Dağ Divanı’nı
atfettiği yol arkadaşı.