3.Göz

05-03-2023 00:19
3.Göz

 


Hayri K. Yetik yazdı.

Hüseyin Kaytan, Dağ Divanı adlı toplu şiirleriyle dönmüş bulunuyor, diye başlarsam haklı olarak sorulacaktır: "Nereye?” Hatta "nerden?”

Şimdi nerde, hangi dağın yamacında, keçi mi güdüyor, siper mi kazıyor, bilemem; bir zaman eğleştiği buralardan uzakta. Her ne kadar mekan adları ansa da şiirlerine bakılırsa bir yerdışıdır imlediği. Bunun içe ve dışa doğru bir göç hâli, bir evrensel göçmenlik duygusu olduğu da söylenebilir. Şimdiden belirtmeliyim; aşağıda nerden nereye olduğunu okumaya çalışacağım gidişi, genellikle bu durumlarda akla gelebilen bir masumiyet arayışı [1] gibi görünmüyor, vardığı ve varabileceği yer de Cennet(!) değil... Dünyasızlık denebilir buna, hatta Platon’un Khôra’sı.

Nihilist, anarşist göndermelerine, yaşantı tercihlerine ve şiir metodolojisine bakılarak, bir akla bağlayamayız Kaytan’ı, dolayısıyla kaybolmaya bırakılması belki de daha anlamlıdır. O zaman şiirlerine anonim denir veya şairi bilinmiyor. Ne var ki aynı nedenle bizim çıkışsızlığımıza benzer serzenişleriyle hâl-i pürmelâlimize yoldaşlık edebileceği için onu kendi başına bırakamayız [2] . Ne derse desin, niyeti ne olursa olsun o, bundan kaçınsa da biz kaçınamayız; onu yazınsal uzamın bir yerine koymaktan alamayız kendimizi. En çok da şiirdeki tıkanmanın aşılmasında sözünün eri, gerçekle ahlakı özdeş tutan duyarlılığı ve poetikasıyla, ama en önemlisi ve onu da belirleyen aporetik karakterli  bir adalet arzusu içindeliği dolayısıyla yazınsal uzamımıza konuk edip ağırlama gereksinimi duyacağımız için. Bizi muhatap saysın saymasın belki de yazın coğrafyasına girme cüretini teşhir ve telin etmek için.

Benim niyetim olası çözümleme ve değerlendirmeler için tam da burada bir "insaf” ve farkındalık uyarısında bulunmak; üstüme vazife ya da değil, uzamın ne kadar çok megaloman barındırdığını ve hoyratlığını bildiğimden. Belki de ayna tutacaktır yüzümüze arkasındaki sır şiirleri; bakıp ne olduğumuzu görelim diye.

Şimdi bildik sadakat ve adam kayırma ilişkilerinin kanıksandığı, karşılıklı methiye yazanlara bakıp bu düşüncelerimi de öylece övgü sananlar olabilir. Belirtmeliyim, sadece takdirimdir ve şiir adına kıvancım; çünkü düşündüğü gibi yazan yazdığı gibi düşünen bir şair Kaytan. Sahici şiire kendisi gibi çevresindekileri de uzaklaştıran müteşaire iktidarına yüz sürmeden -verme olanağı da yok ya- o dağdan örnek oluşturuyor; nicedir yitirmiş olduğumuz bir samimiyetle.

Hayattan soyut, hatta şairin kendi duyarlığı bile olmayan şiir üzerinden şiir yazmak, şiirle yaşıt olmasa bile bu çok eski yönsemeye Osmanlıcadan aktarma bir deyimle müteşair/müteşaire [3] deyişimdeki kastım açıkçası şiir yazarıdır. Bu alışkanlık bilindiği gibi bir evrim geçirdi Cumhuriyet okuryazarlığıyla; sonra 60’larda toplumcu gerçekçi anlatımcı şiirle ve 80’lerde II. Yeni’nin kötü taklidi matris denilen tarzla bir daha. Olageldiği gibi hayattan yola koyulmuş olsalar bile bu sularda vaftiz edildikleri için genç yeteneklerin şiirleri de –sözüm meclisten dışarı- suyunun suyu bu uzamda aslında kirlendiler. Bir kanonları yoktu, olamazdı zaten; o soyut matrisin dümen suyuna girebilenlerden kimileri şair olarak öne çıkarıldı/çıkmış oldu.

Şimdi bu satırları okuyan kendini hakkı yenmiş, bastırılmış sanan genç-yaşlı kimi müteşaireler bu önermeye hemen sarılacaktır. Onları fazla heveslendirmeden öncelikle belirtmeliyim yeteneğini lokomotif, zamanın ruhunu bir rüzgar gibi arkasına almış şair, kolay bulunur ‘kimesne’ değildir; genellikle kaos zamanlarında ona gereksinim duyulur; o da buradan beslenir, birçoğu da bu kaos arasında yola koyulmadan veya yolda kaybolup gider. Ama hiçbir şey yoktan var, vardan yok olmaz yasası gereği, irili ufaklı yaratımları varsa bu kaosta en azından gelecek şiire basamak olur. Doğa, kültür tarihinin bu yasası şiir için de işler. Ve biz en azından onu basamak olarak biliriz. Ya da bu uzun ve ölümcül tırmanışın bir devri, bir dönemi olarak yerini alır, yeni kuşakların, felsefenin, bilimin bir uğrağı olarak.

Kastım, gözetilen bu boyuttaki şairin gelmemiş olması kuşkusuz yukarda andığımız iki ana damarın çoraklaşması kadar tüketimci kapitalizmin dili elimine eden kuşatmasıdır. Ona seçenek bir yaşam olabileceği önermelerini cesaretlendirmesi bakımından da önemli bulduğumu belirtmeliyim Kaytan’ın şiirini.

Bu bağlamda Paul Ricœur’ün, uygarlığın bir ”isteme ve değerlendirme merkezi” bulunduğunu, bunun kaos durumlarında gelecek ve geçmiş bağlılığı, bir başka deyişle deneyim alanıyla beklenti alanının diyalektik birlik, geleneksel yaşama isteği, yaşam biçimi, beğeniler, değerler olarak yansıdığını ve ahlaki yargıya yatırım yapan bir etiğe götürdüğü varsayımı [4] odağında değerlendirmeye alacağım Hüseyin Kaytan’ı.

Felsefi çıkışsızlığına koşut dil ve epistemolojiyle engelli böyle bir bağlamın türev ve türümleri olarak görünmekte şiirleri Kayytan’ın. Bu nedenle de insana bilişselin ötesinde düşünmeksizin belleğe doğan(sâniha, epifani, la revelatio) bir gizli olayı açığa çıkarmaya niyetlenmiş sözlermiş gibi gelen

"bilmediğimiz bir andan çoktan boşaldı bütün varlıklar”(296)

"bildiğimiz gibi değil dünya/olsaydı öyle eğer, ne gök kalırdı senin üstünde/ne benim başımda bu anlaşılmaz sevda”(296)

"madem ki hakim mahkumdur gerçekte

Neden bu yargılama? Cevap ver

Madem ki ölenle ölünmüyor

Gerçekte ip kimin boynunda”(53)

"Anla yüreğim cevabın bilmediği tek soru ölümdür”(55)

vb dizeleriyle örneklenebilecek bu fantastik uzamda imgesini bir pantetlon gibi kullanıp yörüngesinin, eşdeyişle bilişsel anlamın, kavrayış ve epistemolojinin ötesine gidip çekim alanına geri döner. Böylece oluşturduğu/oluşan "huzursuz denge” [5] hâlinde, merkezden kaçış ediminden olsa gerek Kaytan, önceki kitaplarıyla [1] bir araya getirdiği Dağ Divanı’ndaki özellikle bildik anlam dünyasına göre ayrıksı görünen yeni şiirleri, bir başka uzamdan, bir başka dilden seslenir gibidir…

Yoksa tersineli bir anlatım denemesi sözkonusu değil; poetikasının sorunsal görünmesine yol açan ama, aynı zamanda varoluş nedeni paralaks olarak tam da şiirinin dinamiği, pragmatik tutarsızlık görünümü veren bu tutumu; minör algısından ve yine bu algıyı söz kalıbına dökerken majör dili zorlamasından kaynaklanıyor. Bir yerde denebilir ki şairin bilinçli seçimi, bir başka açıklaması bunun şiirin dile gelmezliği. Çünkü epistemolojisini kuramamış bir dilin, dil edinci, dil edimi veya anlatımın pragmatik tutarlılık göstermesi varoluşu nedeniyle risklidir.

Hem minör dil, hem söz edimi hem de epistemolojisi açısından şu söylenebilir ancak: Dil sadece bürün değilse, bürün sözün/dilin bir yüzüyse öbür yüzündeki imgenin minör bir imge epistemolojisinin de kalıbını bulamamış kavramlardan, gösterilenlerden oluştuğunu kabul edersek Kaytan, minör bir şiir yazıyor. Pragmatik tutarsızlıkları gibi belli ki dağ’da yazılmış, düzeltilme, üzerinde çalışma olanağı olmadığı ve şairin dediği gibi söylenmek için yazıldıklarından olacak şiir dışına çıkan, vulgarlaşan bölümleri gibi kavram ve imge olarak dönüştürücü olabileceklerden de dizeleşememiş olanları var; ama, bunu önemsemez Kaytan; çünkü bilişsel olan ile epifani/esrime anında içe doğan sezişle bilmenin aralığında, daha açık bir sözceyle uyanıklıkla uyku arasında gidip gelen imgeler gibi gidip gelirler. Şairin düşünsel uzamıyla sunulu dünya arasında karışan imgeler olarak adlandırılabilir bunlar. Tam da "Şiir dönerek yokluğun girdabında/yutuyor yaprakları, sesleri, beyaz taşları”(294) dizesinde söylediğine benzer bir biçimde.

Hayatı da dahil, bütün bunlar, kurumlu kuruntulu epistemolojinin plastikleştiren aklını aşabilmesinin ve şiirleşebilmesinin, çırıl çıplak insan olabilmesinin olanağı olarak kendiliklerinden, Müslüm Yücel’in sözcesiyle "hakikati/gerçeği söylemenin dile karşı bir saldırıya dönüşmesi” [6] edimi olarak, bir başka deyimle lisan-ı hâlin potasında gerçekleşmekte. Evet Kaytan’ın şiirleri bir oluşun/oluşum sözleri. Ve belki de bu nedenle çapaklarını ayıklamaya, temizlemeye bile gerek yok. Ancak böylece kastını aşan önermelere yol açarlar; bilmenin değil, bilişsel olmayanın, kavrayışın ötesinden sezgisel olandan ve başka bir dilmiş gibi seslenirler.

İnsan dünyada ister bir yabancı sayılsın ister çekim merkezi ya da eşref-i mahluk; verili söylemi sorgulamaya, zorlamaya başlamışsa umarsızdır ve bir umar arar. Ama güvenle tutunabileceği bir dal yoktur. Ne dünyanın faniliği ne de gölgelerden ibaret; bir rastlantı olması, insanın da kendine bir anlam, bir misyon yüklemesinin anlamsızlığı anlamına gelir bu. Öyleyse olmakla olmamanın aralığında bir meseledir ve abartmaya gerek yok. Dünyaya sımsıkı sarılmak her şeyi yüz üstü bırakıp gitmekten daha anlamlı değilse durmak huzursuzluktur. İntihar gidişi ardındaki tüm kapıları kapatır; adanmış ise kapıları kendi için kapatır yalnızca; bir ereği ve bir nedeni vardır ve dünyevidir; çünkü intihardan farkı varoluşsal olmayıp derdi, dünyanın düzeniyledir; onun için de edilgen değil, etkindir.

Bu etkinlikten Kaytan’a düşen artı bir çıkışsızlık, o da ölümü, ölümlülüğü sorgularken öldürmek zorunluluğuyla karşı karşıya olmaklığıdır. Dağda ve özgürlük -Kürtlerin gibi görünse de bir paralaks olarak mutlak özgürlük- için savaşan birinin şiire ikizi gibi yüklenmiş hümanist epistemolojinin engelidir. Kendi hayatını hiçlemiş birinin bir başkasının hayatını kutsaması elbet de düşünülemez; eğer Hz. Eyüp gibi kadere ve tanrının takdirine inanmıyorsa -ki Kaytan böyle bir inanç içinde görünmüyor, ancak ortak bilinçaltında olabilir- bir arketip olarak büyük anlatının dinsel olanı, yerleşik takiyyenin söylem parçacıklarıyla sıkça diline dolanır. İbrahimî epistemoloji "o apaçık cinayet, o semavi kuran”(162) nitelemesinden tanrıyı "asılsız bir suret”(152) tanımlayışından ve "her savaşta bir inanç yıktım”(148) deyişinden ve "zamanı kırıyorsun, lisanı kuruyorsun/belirsizlik! Seninle bir yasa oluyor”(146) önermelerinden anlaşılacağı gibi açık açık didişdiği bir söylem olarak diline dolanır. Dinsel anlatıyla alıp veremediği bu kadar görünüyor.

Yalnız özgürlük tasavvuruyla değil, Kürtlerin mazlumiyetine ve Kürdistan’a ilişkin göndermelerine rağmen büyük ulusal anlatıya ise takılmaz; onun dışında değerlendirmek gerekir. Öylece liberal göstergeler de yoktur dilinde, soyalist anlatılar da ciddi bir varlığa sahip değil. Bu söylemler gibi dil verimlerini, dil edimlerini de aşağılarda bırakmış gibidir. İkiyüzlülüklerin, ince hesapların, çıkar kaygılarının, yalanın dolanın, sahteciliğin, dalaverenin, sömürünün, iktidarın, şiddetin retoriksel ve politik diline karıp topunu bir tutar gibidir.

Dünyanın ortasında bir ‘uygarlık huzursuzluğu’dur Kaytan’ınki, bir uygarlık problemi; uygarlık ya da başka bir şey, yenisi için eskisini çözümlemiş; bir ermiş gibi arınmaktadır, soyunamamakta/soyunmaktadır kalıntılarından. Bir çıkışsızlık edimi olan şiirine dönüştürmektedir bunu. Türkçe şiirin günümüzdeki tavsama nedeni kabuğunu kıracak potansiyeliyle kendine yol açacak bir şiir. Gelip nereye kurulacağı aynı zamanda ve belki de yalnızca şiirindeki teknik sorunları aşmasına/düzeltmesine bağlı. Onlar orada dursa da bir cevher olarak bu şiirler tözünü koruyacak; bir başka boyutuyla gönderge alınacaktır, size/bize dokunacaktır nerede olursa olsun, nereye kurulursa kurulsun. Dağ sürgünü kalsa bile.

Divanı’na göre dağda olmak gidilecek başka bir yer olmadığı içindir. Kendi seçimi olmayan ve olamayacağı bir yerdir bulunduğu yer Kaytan’ın. Dünyada olmaklık olarak düşünebiliriz bunu; ama, "nefes alamazsın ölürsün/büyük bir gökyüzü yoksa ruhunda”(296) deyişine de bağlanabilecek dünyanın zindana dönüştürülmüş yerlerinden birinde Alevi ve Dimili olarak Dersim’de, "Geçmiş bir çocuk gibi gölgesini kovalayan [7] ölüm olmuş, ona yakalanmamak için"sürekli yağmur yağan ve selvileri rüzgarlarla konuşan bir Kürdistan’da”dır. Bunlara özgürlük istemini, istemese de üstüne yapıştırılmış komünist kimlikleri de eklenebilir. Bu dünyadaki yabancılığını kışkırtan her biri sistemin ötekilediği bu kimlikler her iki anlamıyla isyanın nedenlerindendir; hem kıskıvrak bağlandığı için hem de masumiyetlerine karşın ve de kendi seçimi olmadıkları halde başına kakıldıkları için.

"Gidiyorum bu yerden/düşerek bir gözyaşı gibi/geçmişin gözlerinden//miras bıraktığım büyük sessizlik/paylaşılsın isterim eşitçe/aşıklar arasında” diye veda eden Dağ Divan’ını çözümlemeye bir başlık sayılıp ya da bir nirengi noktası, şu dizelerinden başlanabilir:

"ozan, okunmaz bir kadındır

                          Hayata derin bir lahit hazırlayan

lahitte bir yazı, divan

her yazdığı bir mezar yazıtıdır, ancak ölmekle anlaşılan

ve okunmaz, yıkıcı aşk söylemi eşkıya kitabında…”(162)

Zaman, ölüm, özgürlük, savaş ve çok derinlerde kalmış aşk, az çok adalet, gerçek, Tanrı, felsefi sorunsallar olarak aproisini oluşturur Kaytan’ın. Bunlara odaklanmıştır"zamanın olmadığı bir derine düşen”298

 "herkesin söyleyip duymadığı, konuşup bilmediği lisan

Ölüler kitabından bir dua, bir yakarış” 147

"Evrenin çıkışında hüzünle düşünen tanrı”217

"zaman aşılamıyor” ve dönüyor.(261) Ama, dönülmez olana giden arkadaşları vardır. Kısacası kıyısından bu derin kuyunun gelmiş olmanın bir nedeni olmadığı için bu dünyaya, bir amacı da olmayacaktır; aslolan andaki varoluştur ve "gülden geceye bir açılma, bir dağ açılması”(150) ve "ayrılık bize açıldı ve biz ayrılıyoruz”(177) […] "Ne olur her şeyin ruhunda olayım//açılır açılmaz bir gül olayım, siyah bir gül/bir nefes gibi alınır bir dil olayım”(179) dediği üzre Heidegger’cil bir anlamlandırmayla söylersek dasein’dir/açığa çıkmadır. Freud’un deyimiyle de bu ‘gegenbesetzung’dur [8] denebilir. Ya da dış kaynaklı olarak içe doğma veya esinlenme, hatta tanrıyla pek barışık görünmese de entheos [9] dedikleri tanrıyla dolma… Her neyse dağ bunun bir olanağı olarak görülmüştür Kaytan’a.

Tevrat’tan Köroğlu şiirlerine dek dağ, mazlumların sığınağıdır; olası okumalar ve çağrışımlar için anımsatılmalı Hz. Muhammed de paganlardan kaçarken bir dağ kovuğuna sığınmıştı. Kitab-ı Mukaddes’te de din "sağlam kaya” olarak adlandırılır. Kaytan’ın da mecazi olarak özdeşlik kurduğu tarih boyunca dağlı bir kavim olarak anılan Kürdlerinki bir kimlik meselesidir. Gelecekte nereye evrileceği bilinmez; bugün de hem politik yaşamları hem de ekonomik koşulları bu niteliği haklı kılacak zorunlulukları durumunda. Ama en önemlisi gerilla savaşını yeğlemiş olmalarıdır. Kürdistan’ın her yerinde artık dağ denince gerilla mekanı akla geliyor.

Hüseyin Kaytan, bu bağlamda gerçek bir dağlıdır; ama şiiri bir dağlı şiiri mi yoksa felsefi şiir mi eski deyimle söylersek hikemiyat mı? Hatta modern bir şatahat olduğu bile söylenemez mi? Müslüm Yücel’in savına göre "dağa çıkış nedeni dağı yazmaktır.”(17) Yani gerilla savaşı anlamında dağın şiirini yazmak için dağa gider. Düşle gerçeğin barışması anlamına da gelebilecek birçok delikanlının çok çeşitli nedenlerle dağa çıkıp gerillaya katılması [10]  ve düşünsel değişim yaşamasından farklıdır Kaytan’ınki, önceki şiirlerinden de anlaşılacağı üzere o, her ne kadar arkasında Dersim isyancılarının tarihsel birikimini, ortak bilinçaltına sahip olsa da nedeninin felsefi bir sorgulama olduğu ya da ona dönüştürdüğü söylenebilir. Bu dünyayla bir hesaplaşmadır denebilir. Abdullah Öcalan’a methiyeler yazmış olsa da bunu bir istisna hâline bağlamak ve Öcalan’ı haklı ve yerinde bir isyanın düşünümsel bir sembolü olarak algıladığını varsaymak, öyle okumak Kaytan’ın genel eğilimi içinde entegrizmi mümkün saymak daha doğru gibi görünüyor bana. Bu gibi güncellik referanslı başka dizeleri de gösterilebilir mesela "silah bilgidir, bilgedir, dedim. İhanet etmez bir sevgilidir. Silah, yani tıpkı bir toprak çapası gibi”(86) dizesi…

Şaire ilişkin bir genelce çıkaracaksak kitabından meselesi evrenseldir; yalnızca köleyi kurtarmak değil, denebilir; özellikle "mesele, efendiyi köleden kurtarmakta [11] gibi yerleşik iktidar algısını da aşan önermeleri göz önüne alınınca.

Dağ öncesi şiirlerine bakıldığında Kaytan’ın dağ yolculuğunun "metafizik ruh gerçekle yüzleşir” [12] belki de hakikaten bir gerçeğe varmak onunla yüzleşmek üzere kozmik bir sürgünlük olduğu ya da bildik mitlerdeki yükseliş örgesiyle aynı ihtiyaçtan kaynaklanır. Bu önermemi açımlamak için şu örnekleri anmam bir abartı sanılmamalı; en azından sözkonusu mitlerin üretildiği zamanların kültürel ortam olarak Kaytan’ın zamanının gerisinde olması nedeniyle.

Göndergeleri ve göstergeleri, simgeleri, imgeleri çelişik, hatta karşıt gibi görünebilir; bu bir felsefeye dayanmamasındandır, hatta bir partinin açtığı silahlı cephede ‘dağ’da olmasına karşın ideolojik bir bağlanmışlık içinde görünmez. İyi ki de böyle; çünkü bağımsızlığı imgesel özgürlük, dolayısıyla yaratıcı enerjiyi sağlıyor; şiir rüzgarını arkasına alması olanağı için. Böylece, duygu ve düşüncenin yolunu açıyor, o gerçeğe ve gerçek şiire, maddi ve ömre ilişkin bir kaygı gütmeksizin yalnızca insan oluşunu gerçekleştirmiş olmak için o felsefe taşına, "kelimelerin büyülü [13] olduğu zamanlara doğru…

Gılgameş, arkadaşı Enkudu’yu geri getirmek için, Orpheus, sevgilisini yeraltına; Ardaviraf, gökyüzüne yükselir inançları yenilemek için; Dinakhut ve Pavlus’un seyahati de öyle, Miraç da; İlahi Komedya inançları sorgulamak için, İnsanlık Komedyası insan ilişkilerini anlamak için toplum içine birer seyahattiler; Kaytan’ınki de denebilir ki bir zuhur, bir taşma/dışavurum, bir anlamda exodus(tanrıdan çıkış) veya kainatın yaratıcısının(demiurge) dünyasını yok ederek olağana geri dönmek üzere.

Yerleşik takiyenin mitleri bu yükselişten uzlaşmayla dönerler; Kaytan, "dağ bir unutmama tarzıdır/çöle karşı bir uyanma”(232) beyanından "Dağı yeğ tuttuk, bir kendine yaslanma tarzını”(125)  söylemine "Demek yaşamanın ihanet sayıldığı zamanlar da vardır”(167) noktasına, ordan "bize kalan boynumuzu gergin tutmaktır, -bütün onur bu, kanımız diri aksın diye/eylemine esir olan akıncı, yola tutkun olan bilici; bunlar mucizenin simyacılarıdır. Uzağın sihirbazları”(238) diyeceği yere gelir. Bir huzursuz olarak gitmiş bir uyumsuz olarak döner gibidir aşağıdaki dizelerinden anlaşılacağı üzre:

"gerçek kendisinden başka her değerli yerde gizlenir”(66)

 "Ah sonsuz bir ülke bizim ülkesizliğimiz”(179)

 "O zaman anladı ki hayat bütün masallardan daha ötelerde, daha ulaşılmazdı”(79)

 "yarın aslında kendisinden geldiğimiz bir Zaman/Budala bana oyun oynuyor demek/Olan her nesneyi yutan olmayan”(267)

 "zamanın bir sınırı var ben oraya gideceğim”(196)

"zamanın dışında ölüm olmaz sevgilim/Zamanın dışında ayrılık olmaz”(288)

 "dinleneceksin/zamanın dışında”288

"çünkü Zaman/hep orada olan bir şeydir/ve olmayan bir yerin hemen kıyısında tutar hepimizi”(303)

Bir yerde insan ışıktır diyeceği üzre "sadece ışık kendine kıyabilir/her şeyin sınırını aşmak için.”(170)

"düşmek burada bir başka göğe düşmektir”(260)

 "gidip dönmeyenlerin hikayeleri sonsuz”(282)

"Kadın kapağı örtünce, Hamid kelimeleriyle birlikte/artık bir daha çıkamayacağı o karanlıktaydı.” (78)

 "Adalet nedir gerçekten? Söyle Siya, zamanın kadın kuyumcusu

Ey bir elin kefesinde tartan ömrümüzü

Bir elinin kefesinde ihanet dara”(57)

"hakikat körleştiren bir zehirle yazılmış, bir göz kapağının içindedir.”

"ancak imkansız olan gerçektir”(257)

Ödenecek bedel bunun içinmiş gibi. Ya da

 "kendi çölüne sürgün, durmadan uzağa gidişim budan”(175) dediği üzre pek de umutlu gitmemiştir bu yüzleşmeye, ama büsbütün umutsuzdur:

"Şahaydar’a [14] da kalmadı ya/gerçekte bir hayaldi Dersim//Her birimiz kendi ruhunun kuşlarıyla/gece gündüz dönüp duruyor çevresinde aynı ateşin//sabahlar bazen yanık kanatlar gibi kokuyor/bu rayiha ayrılıktan yanan bizlerin”(297)

"Asla bir sabah olmayacak/ve dönülmez olandan dönmeyecek Şahaydar/gecenin üstünü açık bırakıp bu koca boşlukta”(297)

Terimlerin, hatta kavramlarının da ötesinde Kaytan’ın çıkışsızlığı dağla simgelendiği gibi Kürd savaşıyla sınırlamak yerine; aynı zamanda savaşları, dinamikleri de dahil ordularının bozgununa karşın düşmanlarla çevrili bu ortamda etiyle kanıyla insanlığın canla başla direnişi olarak okunabilir. Şiirin işlevselliğine dayanarak başka bir dünyanın mümkünatını imler. Mesele tam da bu noktada PKK’yi de Kürt meselesini de aşan boyutlara sahip.

Yinelemiş olacağım; ordan konuşuyor gibi yapsa da Kaytan, yalnızca şairliğinin ve şiirinin gücüyle sınıf mümesili gibi bunu haber veren başkalarından bir adım önüne çıkmaktadır, o kadar.

Dağ ve ölüm, nerdeyse birbirinin astarı ve yüzü gibidir bu şiirin. Birbirinin ulamı olarak bu kavramlar dağın pitoresk/parnasyen/empresyonist tasavvurlarından ayrımını içerir. İki algı arasındaki ayram/boşluk Derrida’cı bir okumayla söylersek şiirin epifanisini oluşturur. Bu okumaya,

"Boşluğa sığınırım herkesin tanrısından”(137)

[…]

"bize ömür çarşısından boş bir terazi kaldı”(139) dizelerini tanık tutmak olanaklıdır.

Açık ifadesi bunun şiirin gözüdür orası, "ey hiçliği de kaplayan yokluğum, sen olmasan ne kalırdı”(310) dediği bir boşluk; dizeler, imgeler ordan fışkırır. Tam burada zaman ve mekan üstü sonsuzluk, bir başka deyişle doğada içkin/doğayı içkin bilinç durumunun metaforu olarak dalga ve deniz dönüşümünü akla getirecek biçimde ruh göçü tasavvuruyla ölüm bir şahlanan dalgaya benzetilince; kendini öldürmek/öldürtmek/”şahadet” meşru görülür.(24) Doğanın sonsuz döngüsü içinde şeylerden bir şey oluşa gözünü kapatmaz Kaytan; empirik olarak da dağın yasası ölümle yazılır. Ama biraz daha özelleştirerek söyleyecek olursam aynı zamanda dağ her anlamıyla anayurttur.

Kürdistan dağlık bir bölgesidir dünyanın ve tarihine bakıldığında nerdeyse yol geçen hanıdır, dolayısıyla savaşsız olmamıştır hiç; ikisi de ölmek ve öldürmekle birlikte akla gelir. Açık söylemek gerekirse yüzyılların yasası yaşamak için öldürmekti. Bu, nakıs talihidir Ortadoğu’nun kalbindeki bu coğrafyanın.

Ve Kaytan bilge bir şair edasıyla bunu itiraf etmenin açık sözlülüğünü ve çözümsüzlüğün gerçeği görmekten başka bir yolla aşılamayacağını anımsatır. Hiçliği böylece beyan eden ve duyumsatan Kaytan doğaldır ki şiir biçimlerini de umursamadan yazacaktır. Bu anlamda bir deneyselliğe kalkıştığı söylenemez, ama yer yer öyküye dönüşür anlatımı, kimi şiirlerinde de fantastik göstergeler kullanır, dinsel metinlerin mitolojik imgeselliğine yaklaşır. Bunlara rağmen Dağ Divanı’nın Kaytan’ın öyküsü şairine yabancılaşmaz. Melezliği savunduğunu/gözettiğini söylemek değil; ama, Dağ Divanı’nın, efsane ve anı öykü arası melezleştiği söylenebilir.  Bu da o "okyanus duygusu”nun enginliğine bağlanabilir, zaman ve mekan gibi biçimlerin de her an bir hâlde göründüğü tasavvuru içinde...

Kurdistan gibi şiirsel söz gibi ölümle yaşam gibi eşzamanlıdır, içli dışlıdır. Bunun farkındalığıdır Dağ Divanı. Bu sınırdan kaçamayanın/kaçınmayanın itirafı ve kederidir.

Aslında hepimizin…

 

 



[1] Prelapsarian: Âdem ile Havva’nın cennetten kovulmadan önceki saflıkları ve masumiyetleri. Postlapsarian da cennet sonrası. Acosmizmse dünyasızlık demektir.

[2] Jaques Derrida, adaletin imkansızlığı dolayısıyla sonsuz adaletle yasal adalet arasındaki paradoksu bu terimle adlandırır.

[3] Müteşair: Şiiri hitabete, propagandaya indirgendiklerinden şairi pazarlamak için şiir yazan, şairlik taslayan anlamında bu terimi kullanmayı yeğliyorum.

[4] Bkz. Olivier Abel, Jérome Porée, Riceur Sözlüğü, Say Yayınları, İstanbul, 2002, s. 67

[5] Celal Soycan

[6] Dağ Divanı, Önsözü, s. 23

[7] "gölgesini kovalayan bir çocuk gibi arkamızdan geliyor ölüm. Nereye gidersek geçmiş ardımızdan geliyor. Karanlık sızmasın diye.”levhalar, s. 65

[8] Karşı enerji. Bilinçaltına bastırılan duygu. Bilinç düzeyine çıkmak için devamlı enerji sarf eder. Ego, bu yüzden onu bastırmak için enerji sarf etmeye devam etmek zorundadır. İşte bu enerji, Freud tarafından gegenbesetzung olarak adlandırılır.

[9] Entheos: Yunanca tanrıyla dolma, onunla birleşme…

[10] "düşle gerçeği barıştırdı gerilla oldu, yani ve bulutların daha yukarılarına tırmandı/hayata bir de rüzgarın baktığı gibi bakmasını öğrendi” s. 85

[11] Levhalar blm. A. 52

[12] Müslüm Yücel, Dağ Divanı Önsözü, s. 18

[13] "O zamanlar kelimeler büyülüydüler ya” Levhalar, s 83

[14] Dağ Divanı’nı atfettiği yol arkadaşı.

IdeaSoft® | Akıllı E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.