3.Göz
İnsani Kriz!
Depremi Unutma…
Şeyhmus Çakırtaş yazdı.
10 milyonu aşkın insanın yaşadığı eski dünyanın kadim
kentleri, kasaba ve köyleri 6 Şubat 2023 saat 04.17’de şiddetli bir depremle sarsıldı, on
bir ilde etkili olan depremde yer yer toprak katmanları yarıldı, binalar çöktü,
binlerce insan ve hayvan çöken binaların enkazında kaldı.
O saatten sonra enkazda kalanlar için karanlık bir süreç
başlarken, canlarını kurtaranlar ise neredeyse kıyameti yaşadı. Kutsal
kitaplarda işaret edilen, korku filmlerinin insanı ürküten sahneleri gerçek
oldu. Gecenin karanlığına deprem üzeri dondurucu bir hava, kar boran eklendi ve
kısa sürede bir çok kentin geneline ölümün soğuk nefesi yayıldı. Depremden
sonra ne girilebilecek ev kaldı ortada, ne de sığınabilecek bir mekân. Her şey
depremden etkilendi, darbe aldı, çoğunlukla yıkıldı. Yıkımdan kurtulan insanlar
ise buz gibi havada incecik elbiselerle sokakta kaldı.
…
O gece yaşanılan korkunç zamanı anlatmakta kelimeler kifayetsiz kalır. O karanlık saatlerde ölümden zor bela kaçabilenler hayatta kalsa da, sayıları binlerle ifade edilenler ise artık aramızda değiller. İnsanlar canlarını kurtardığına sevinemediler bile.
Deprem bölgesindeki kentler, belki bir asırda kaybedeceği nüfusu
doksan saniye içinde kaybetti. Kadim
coğrafya kocaman bir mezarlığa döndü. Birinci, ikinci, üçüncü gün derken korkunç
depremin üzerinden bir hayli zaman geçti. Acılar halen insanları delirtecek
kadar güçlü, kentler ölüm kokuyor, nereye baksan yıkımın izleri, dokunsan
yangın yeri.
İnsan bu durumda yaşanılan, duyulan, tanık olunanları nasıl
anlatacağını da bilemiyor. Deprem sanki beynimizdeki fay hatlarını da kırdı. Artık
kelime dağarcığımız, düşünce dünyamız sarsıntıya paralel olarak kırılgan.
Kimimiz takdiri ilahi, kimimiz insan hatalarının sonucu diyerek süreci idare
ediyor. Şimdilik tartışma bu düzeyde sürüyor. Bir süre sonra unutulacağı da
kuvvetle muhtemel. Daha şimdiden unutulduğuna dair işaretler var.
İşte ben unutmamak, unutturmamak için bu satırları
karalıyorum.
Gücüm ancak buna yetiyor.
O gece sarsıntı ile uyanan binlerce insandan birisi olarak,
depremin kısa sürede biteceğini düşünmüş, farkında olmadan çocukların odasına
koşarak: "Çocuklar korkmayın, korkmayın, şimdi geçer” demiştim. Deprem şiddetinden
bir şey kaybetmeden devam edince binanın çökeceğini düşünmeye başlamış,
ürkmüştüm. Doğrusu dehşet verici bir zaman diliminde korkunç duygular
yaşıyordum. Uzun, sarsıcı ve zihin
bulandırıcı saniyeler bitmek bilmiyor, deprem binayı ard arda sallıyordu. Sarsıntıya
paralel oluşan binanın çökme duygusu zihnimde dayanılmaz bir ağırlık oluştururken,
odalardan bir şeylerin döküldüğünü, duvarlardan kırılma seslerinin geldiğini
duyduğumda elim kolum boşalmış, geri dönüşü olmayan bir türbülansa girdiğimizi
hissetmiştim. Şok olmuş bir vaziyette
salon kapısının önünde ayakta dikilerek depremin durmasını beklemekten başka
elimden bir şey gelmiyordu. Güya çocuklara güç katma adına arada bir seslenerek
varlığımla onlara cesaret vermeye çalışsam da tarifsiz korku esir almıştı
yüreğimi.
6 Şubat sabaha doğru yaşanan deprem öylesine uzun, öylesine
sarsıcıydı ki, bir an hiç bitmeyecek sandım. Öyle ki zaman kavramı zihnimden
silinmiş, depremin dakikalarca sürdüğünü düşünmüştüm. Hiç alışkın değildik
böylesi sarsıntılara. Yaşadığım kent olan Urfa aktif fay hatlarından uzaktı. Bu
denli şiddetli deprem olacağından kimse bahsetmemişti. Bu nedenle o korkunç sarsıntılar
durur gibi olduğunda, kendimizi hızlıca dışarı atmıştık. Uzun süredir yağmayan
yağmur tuhaf bir şekilde o gece dondurucu soğukla birleşerek, dakikalar içinde bedenimizi teslim almış, bizi
güçsüz bırakmıştı. Kışın bütün hainliği o lanet olası zamanda üzerimize bir
karabasan gibi çökerek, dondurucu soğuk ortama hakim olmuştu. Bizler depremin
yıkıcı etkisinden kurtulmuştuk. Görebildiğimiz kadarıyla çevremizde bulunan
binalar da ayaktaydı. Bu nedenle ortamın kısa sürede sakinleşeceği, gün
ışımadan evlerimize döneceğimizi umuyor, umut ediyorduk. Oysa süreç düşündüğümüzden
farklı gelişti, deprem bütün bölgeyi vurmuştu. Artık zaman kaosa dönüyor, bütün
duygular acıya çalıyordu.
Deprem sonrası herkes bir yerlere yetişmeye çalışınca birçok
yol tıkandı, insanlar kıpırdayamaz duruma geldi. Bazı binaların çöktüğü
haberleri gelmeye başlayınca insanların korkuları daha da büyüdü. GSM
operatörleri devre dışı kaldı, teknolojik iletişim kanalları da kapandı.
Artık kaygı içinde bekliyorduk.
Tek yaptığımız buydu.
Bekliyor, gelen haberlerle irkiliyorduk.
En sarsıcı olan ise depremin bir çok kenti yıktığına dair
haberlerdi. Radyolar depremin şiddetini 7.8 olarak açıklıyor, merkez üssünü Maraş
olarak servis ediyordu. Maraş ve çevresinde neler yaşanmıştı, durum neydi tam
olarak bilmiyorduk? Bilinen depremin şiddeti ve olası etkisiydi. Gün ışıdığında
üşüyorduk, en çok da gelen haberler içimizi acıtıyordu. Bizler felaketin kanlı
bilançosunu dilden dile öğrensek de, deprem
sabahı Adıyaman Valisi Mahmut Çuhadar basına verdiği demeçte kentte önemli bir hasarın
olmadığını söylediğinde kafamız karışıyor,
haberlerin doğru olup olmadığını düşünmeye başlıyorduk. Kısa süre sonra valinin
açıklamasının tersine deprem oldukça yıkıcı bir sonuç doğurmuştu. Ulaşabildiğimiz herkes Adıyaman, Maraş, Hatay
artık yok diyordu.
Depremin ilk günü ikinci büyük deprem dalgası geldiğinde, hepimiz
sarsıntının yıkıcı gücüne karşı pes etmiş bir halde sokakta kalıyorduk.Binamız
yerindeydi ama artık evlerimize giremiyor, artçı depremlerin yıkıcı etkisinden
korkuyorduk. Binalar tehlikeliydi artık, sokaklar ise soğuk, başımızı sokacak
bir de yer yoktu. Depremin hiç şakası yoktu. Çürük olan, dengesini kaybeden
binalar dökülüyordu patır patır. Zaman artık zifiri karanlık bir gece gibi
üzerimize çöküyor, kanayan bir yara
misali ruhumuzu acıtıyordu. Durumun çok ama çok kötü olduğunu anlamaya başlamış
olsak da tam olarak ne olduğunu bilmiyorduk. Belki biraz kendi derdimize düşmüş
olacağız ki başka kentlerin acısını kavramakta gecikiyor, kendi sancımızı yaşıyorduk.
Gün ilerledikçe özellikle Adıyaman’daki depremin bilançosu
basında yer almasa da, sosyal medya yıkımın oldukça ağır olduğunu herkese
duyuruyordu. Medyaya düşen fotoğraf ve video görüntüleri işin ciddiyetini bize
anlatıyordu.Artık biliyordum ki deprem düşündüğümden daha fazla bir yıkıma,
ölüme sebebiyet veren bir çöküşe neden olmuş.
Bu ruh haliyle Adıyaman´a doğru yola çıktığımda kendimi
boşlukta hissediyordum. Neyle karşılaşacağımı bilmiyor, kaygılanıyordum. Çok sayıda
tanıdık, dost, arkadaş ve akraba enkaz altında kalmıştı. Gelen haberlerin dayanılmaz
ağırlığı altında depremin vurduğu Adıyaman’a vardığımda mahşeri bir araç
trafiğine yakalandım. Kent merkezine giden yol kapatılmış, Adıyaman’ın güneyinde
yapılan yeni çevre yoluna zorunlu olarak yönlendirmiştim. Kaplumbağa hızında kentin
güneyine ilerledikçe felaketin şiddetine tanık oluyor, manzara karşısında
nutkum tutuluyordu.
Ne olmuştu Adıyaman’a? Yıkılan, yan yatan, üst üste çöken
binalar, enkaza dönen bloklar, kapanan yollar, siren ve acıya çalan korna
sesleri yaşananlar hakkında yeterli bilgiyi veriyordu. Gökten atom bombası mı
düşmüştü, yoksa yerin altında patlamalar mı olmuştu?
Bunca yıkım başka neyle oluşabilirdi?
Zor bela ilerleyen trafikte ilerlerken aklıma Nagazaki,
Hiroşima ve Kobani’deki yıkımlar geldi. Zihnimdeki fotoğraflarla örtüşen bir
durumla karşı karşıyaydım. Binalar yollara devrildiği için sokaklar, caddeler
büyük oranda kapalıydı. Bu kadar büyük yıkıma ilk defa tanık oluyordum.
Savaştan beter bir durum vardı ortada. İçim acıyarak yıkılan binalara,
sokaklara, kentin üzerinde beliren toz bulutuna baktığımda depremin korkunç
yüzünü görebiliyordum. Hangi tarafa baksam yollar yıkıma çıkıyordu. Deprem koca
kenti harabeye çevirmiş, her şeyi birbirine katmıştı. Enkaz başlarında oluşan
kalabalıklar, dövünmeler, umutsuzca beklemeler hepsi tek karede birleşiyordu.
Sevdiklerini, yakınlarını, evlerini, iş yerlerini
kaybedenler enkaz başlarında bir umutla bekleseler de zaman daralıyordu. Artık
bazı insanlar için vakit çok geçti. Konuşmak için kendinde güç bulan
depremzedeler o kahrolası dakikaları anlattıklarında içim titreyerek ve zaman
zaman yutkunarak dinliyordum. Tek kelime ile yaşanılanlar korkunçtu. Gözleri
kan çanağına dönen insanların acısı sokaklara taşmıştı. Tanık olduklarım
karşısında tek kelime edemedim, içim burkularak izledim. Ölenler, evsiz kalıp soğukta
üşüyenler her şeyi sarsmaya yetiyordu. Birkaç binanın enkazını, enkaz başında
bekleyenleri kadrajıma alarak deklanşöre basarken, ilk kez fotoğraf çekmekten
utanır olmuştum. İnsanların acısı karşısında ne yapacağımı bilemez halde enkaz
başında bekleyenlerle birlikte durmuş, bir süre sonra fotoğraf çekmekten de
vazgeçip, yıkıntılar arasında kaybolmuştum.
O gece depremin yıkıcı etkisinden kurtulanlar,
kurtulduklarına sevinememiş, yaşanan yıkım karşısında dehşete kapılarak enkaz
başlarında dövünüp durmuş. Kentten yükselen çığlık sesleri geride kalanları 7.7 şiddetindeki depremden daha fazla sarsmış
ve kısa sürede ortalık insanı çıldırtan bir kaosa sürüklemiş. Yaşanılan
depremin bir kıyamet olduğunu düşünmüş çoğu insan. Depremle birlikte yağmur,
şiddetli dolu ve dondurucu soğuk insanların dayanma gücünü kırsa da, insanların
çırpınışı sürmüş saatlerce. Enkaz altında kalanlar çığlıklar atarak beklemiş,
yardım istemiş. Canlarını kurtaranlar ise bir şey yapamamanın acısıyla
kahrolmuş. Kimisi enkazı tırnaklarıyla kazmaya çalışmış, kimi bulabildiği basit
inşaat aletleriyle yıkıntılar arasında sevdiklerine ulaşmaya çalışmış. Yani o
saatler için kelimeler kifayetsiz, duygular lal, zaman tuzla buz…
Gün aydınlandığında yıkıntıların ürkütücü boyutunu görenler,
acılarını içine gömerek sessizliğe bürünmüşler. Çığlık seslerinin yerini artık inlemeler
almış. Herkes kendi kuyusunda debelenmiş, sancısında ağlamış. Üç gün sürmüş bu
durum. İnsanlar kendi imkânlarıyla sevdiklerine ulaşmaya çalışmışlar. Depremin Adıyaman’a göre biraz daha az
hissedildiği, hasarın az olduğu komşu yerleşimler Siverek ve Urfa yardıma
koşmuş. Sahada olması gereken Afad, Kızılay çok ama çok geç kalmış, yardım ve
destekleri koordine etme sorunu yaşamış, kara düzen bir çalışmayla süreç idare
edilmiş. Kurtarma ekiplerinin müdahalesi geç ve yetersiz olunca ilk üç günde
enkaz altında kalanların çoğu donarak, ya da kan kaybından hayata veda etmiş.
Harabeye dönen, ölümün çıldırtan sessizliğine gömülen
Adıyaman’ın yerle bir olduğunu söylemek abartı gelse de, yıkımın şiddeti böylesi
bir gerçekliği ortaya çıkarmış. O kara günün ilk ışıklarında, tarih bir yanını
yitirmiş. Her şey doğanın insafında sarsılmış, savrulmuş ve yıkılmış.
Adıyaman’ın gündüzü karanlığa, gecesi ise karabasana dönmüş.
O günden bu güne zihnimde derin izler var. Depremin süren
etkisi, yıkılan binaların sarsıcı fotoğrafı ve gözlerde okunan acının rengi
silinmez bir hal almı. Deprem fırtınası üzerinden bayağı zaman geçse de olayın
sıcaklığı devam ediyor. Yarılan zamanın ve kırılan fay hattının henüz öfkesinin
dinmediği, kentleri vakitli vakitsiz salladığı, yokladığı da oluyor. Belirsizlik
içinde sarsılarak yaşama tutunuyoruz. Artık bu belirsizliğe alıştık mı, yoksa
çaresizliğe teslim mi olduk bilemiyorum? Herkesin çaresizliği kendine göre ağır
olsa da; canlarını, evlerini, sevdiklerini kaybedenlerin ruh hallerini anlatmaya
kelimeler yetersiz kalıyor.
Deprem ne kadar şiddetli olsa da, hayatta kalanlar için yaşam
bir şekliyle devam ediyor. İster çadırda, ister konteynerde, çorba sırasında, kaldıysa
enkaz başında hayat sürüyor. Ölenler ise artık sadece birer sayıdan ibaret olan
sevdiklerinin mezarları başında beklemekle geçiyor. Yakınlarının cansız bedenlerine
ulaşamayanların dramı ise çok daha ağır. Mezarsız olmak, varlığı ya da yokluğu
belirsiz olmak sarsılmanın en ağırı.
Evini, sevdiklerini, arkadaşlarını, anılarını, komşularını,
dostlarını ve bir ömür emek vererek biriktirdiklerini kaybedenler için hayat artık
çok zor geçecek. İnsanların henüz yaraları çok taze, yürekleri fokurdayan
yanardağ misali, zihinleri acının sancısında.
Sonuç olarak depremden sonra ilk saatlerde olması gerekenler
yoktu ortada. Her şey iklimin ve depremin yıkıcı insafına kalmıştı. Ne
teknoloji vardı ortada, ne de övünülen yollar. Her şey ölümün rengine, acının
sancısına ve yarılan toprağın şekline dönmüştü. Sadece binalar değil, hayat da
yerle bir olmuştu. Ölenler ölmüştü ama geride kalanlar için her şey hala 7.7 şiddetinde
yaşanıyordu.
Hep söylenir. Deprem değil, binalar öldürür diye. Bir kez
daha bunu acı ile deneyimledik. Demirden, çimento ve kaliteden çalanlar
binlerce insanın hayatına mal oldular. Onlara izin verenler, inşaat aşamasında yeterli
düzeyde kontrol etmeyenler, kontrol edip göz yumanlar bu sonucun mimarları
oldular. Yani katil bir değil, birden fazla.
Oysa 99 yılında şiddetli bir deprem daha yaşamıştı bu ülke. Ne
değişti 99 depreminden bu yana? Deprem vergisi, yapı denetim, deprem
yönetmeliği…
Ne oldu?
Sonuç ortada.
Demek ki sadece kanun ve yönetmelik çıkarmak yetmiyor. Etkin
bir denetim mekanizmasının yanında rüşvet ve nüfuzla iş yapmayı ortadan
kaldıracak bir sistematik gerekiyor.