3.Göz

22-03-2023 16:35
3.Göz

İnsani Kriz!

Depremi Unutma…

Şeyhmus Çakırtaş yazdı.

10 milyonu aşkın insanın yaşadığı eski dünyanın kadim kentleri, kasaba ve köyleri 6 Şubat 2023  saat 04.17’de şiddetli bir depremle sarsıldı, on bir ilde etkili olan depremde yer yer toprak katmanları yarıldı, binalar çöktü, binlerce insan ve hayvan çöken binaların  enkazında kaldı.

O saatten sonra enkazda kalanlar için karanlık bir süreç başlarken, canlarını kurtaranlar ise neredeyse kıyameti yaşadı. Kutsal kitaplarda işaret edilen, korku filmlerinin insanı ürküten sahneleri gerçek oldu. Gecenin karanlığına deprem üzeri dondurucu bir hava, kar boran eklendi ve kısa sürede bir çok kentin geneline ölümün soğuk nefesi yayıldı. Depremden sonra ne girilebilecek ev kaldı ortada, ne de sığınabilecek bir mekân. Her şey depremden etkilendi, darbe aldı, çoğunlukla yıkıldı. Yıkımdan kurtulan insanlar ise buz gibi havada incecik elbiselerle sokakta kaldı.

O gece yaşanılan korkunç zamanı anlatmakta kelimeler kifayetsiz kalır. O karanlık saatlerde ölümden zor bela kaçabilenler hayatta kalsa da, sayıları binlerle ifade edilenler ise artık aramızda değiller. İnsanlar canlarını kurtardığına sevinemediler bile.

Deprem bölgesindeki  kentler, belki bir asırda kaybedeceği nüfusu doksan saniye içinde  kaybetti. Kadim coğrafya kocaman bir mezarlığa döndü. Birinci, ikinci, üçüncü gün derken korkunç depremin üzerinden bir hayli zaman geçti. Acılar halen insanları delirtecek kadar güçlü, kentler ölüm kokuyor, nereye baksan yıkımın izleri, dokunsan yangın yeri.

İnsan bu durumda yaşanılan, duyulan, tanık olunanları nasıl anlatacağını da bilemiyor. Deprem sanki beynimizdeki fay hatlarını da kırdı. Artık kelime dağarcığımız, düşünce dünyamız sarsıntıya paralel olarak kırılgan. Kimimiz takdiri ilahi, kimimiz insan hatalarının sonucu diyerek süreci idare ediyor. Şimdilik tartışma bu düzeyde sürüyor. Bir süre sonra unutulacağı da kuvvetle muhtemel. Daha şimdiden unutulduğuna dair işaretler var.

İşte ben unutmamak, unutturmamak için bu satırları karalıyorum.

Gücüm ancak buna yetiyor.

O gece sarsıntı ile uyanan binlerce insandan birisi olarak, depremin kısa sürede biteceğini düşünmüş, farkında olmadan çocukların odasına koşarak: "Çocuklar korkmayın, korkmayın, şimdi geçer” demiştim. Deprem şiddetinden bir şey kaybetmeden devam edince binanın çökeceğini düşünmeye başlamış, ürkmüştüm. Doğrusu dehşet verici bir zaman diliminde korkunç duygular yaşıyordum.  Uzun, sarsıcı ve zihin bulandırıcı saniyeler bitmek bilmiyor, deprem binayı ard arda sallıyordu. Sarsıntıya paralel oluşan binanın çökme duygusu zihnimde dayanılmaz bir ağırlık oluştururken, odalardan bir şeylerin döküldüğünü, duvarlardan kırılma seslerinin geldiğini duyduğumda elim kolum boşalmış, geri dönüşü olmayan bir türbülansa girdiğimizi hissetmiştim.  Şok olmuş bir vaziyette salon kapısının önünde ayakta dikilerek depremin durmasını beklemekten başka elimden bir şey gelmiyordu. Güya çocuklara güç katma adına arada bir seslenerek varlığımla onlara cesaret vermeye çalışsam da tarifsiz korku esir almıştı yüreğimi.

6 Şubat sabaha doğru yaşanan deprem öylesine uzun, öylesine sarsıcıydı ki, bir an hiç bitmeyecek sandım. Öyle ki zaman kavramı zihnimden silinmiş, depremin dakikalarca sürdüğünü düşünmüştüm. Hiç alışkın değildik böylesi sarsıntılara. Yaşadığım kent olan Urfa aktif fay hatlarından uzaktı. Bu denli şiddetli deprem olacağından kimse bahsetmemişti. Bu nedenle o korkunç sarsıntılar durur gibi olduğunda, kendimizi hızlıca dışarı atmıştık. Uzun süredir yağmayan yağmur tuhaf bir şekilde o gece dondurucu soğukla birleşerek,  dakikalar içinde bedenimizi teslim almış, bizi güçsüz bırakmıştı. Kışın bütün hainliği o lanet olası zamanda üzerimize bir karabasan gibi çökerek, dondurucu soğuk ortama hakim olmuştu. Bizler depremin yıkıcı etkisinden kurtulmuştuk. Görebildiğimiz kadarıyla çevremizde bulunan binalar da ayaktaydı. Bu nedenle ortamın kısa sürede sakinleşeceği, gün ışımadan evlerimize döneceğimizi umuyor, umut ediyorduk. Oysa süreç düşündüğümüzden farklı gelişti, deprem bütün bölgeyi vurmuştu. Artık zaman kaosa dönüyor, bütün duygular acıya çalıyordu.

Deprem sonrası herkes bir yerlere yetişmeye çalışınca birçok yol tıkandı, insanlar kıpırdayamaz duruma geldi. Bazı binaların çöktüğü haberleri gelmeye başlayınca insanların korkuları daha da büyüdü. GSM operatörleri devre dışı kaldı, teknolojik iletişim kanalları da kapandı.

Artık kaygı içinde bekliyorduk.

Tek yaptığımız buydu.

Bekliyor, gelen haberlerle irkiliyorduk.

En sarsıcı olan ise depremin bir çok kenti yıktığına dair haberlerdi. Radyolar depremin şiddetini 7.8 olarak açıklıyor, merkez üssünü Maraş olarak servis ediyordu. Maraş ve çevresinde neler yaşanmıştı, durum neydi tam olarak bilmiyorduk? Bilinen depremin şiddeti ve olası etkisiydi. Gün ışıdığında üşüyorduk, en çok da gelen haberler içimizi acıtıyordu. Bizler felaketin kanlı bilançosunu dilden dile öğrensek de,  deprem sabahı Adıyaman Valisi Mahmut Çuhadar basına verdiği demeçte kentte önemli bir hasarın olmadığını  söylediğinde kafamız karışıyor, haberlerin doğru olup olmadığını düşünmeye başlıyorduk. Kısa süre sonra valinin açıklamasının tersine deprem oldukça yıkıcı bir sonuç doğurmuştu. Ulaşabildiğimiz herkes Adıyaman, Maraş, Hatay artık yok diyordu.  

Depremin ilk günü ikinci büyük deprem dalgası geldiğinde, hepimiz sarsıntının yıkıcı gücüne karşı pes etmiş bir halde sokakta kalıyorduk.Binamız yerindeydi ama artık evlerimize giremiyor, artçı depremlerin yıkıcı etkisinden korkuyorduk. Binalar tehlikeliydi artık, sokaklar ise soğuk, başımızı sokacak bir de yer yoktu. Depremin hiç şakası yoktu. Çürük olan, dengesini kaybeden binalar dökülüyordu patır patır. Zaman artık zifiri karanlık bir gece gibi üzerimize çöküyor, kanayan bir  yara misali ruhumuzu acıtıyordu. Durumun çok ama çok kötü olduğunu anlamaya başlamış olsak da tam olarak ne olduğunu bilmiyorduk. Belki biraz kendi derdimize düşmüş olacağız ki başka kentlerin acısını kavramakta gecikiyor,  kendi sancımızı yaşıyorduk.

Gün ilerledikçe özellikle Adıyaman’daki depremin bilançosu basında yer almasa da, sosyal medya yıkımın oldukça ağır olduğunu herkese duyuruyordu. Medyaya düşen fotoğraf ve video görüntüleri işin ciddiyetini bize anlatıyordu.Artık biliyordum ki deprem düşündüğümden daha fazla bir yıkıma, ölüme sebebiyet veren bir çöküşe neden olmuş.

Bu ruh haliyle  Adıyaman´a doğru yola çıktığımda kendimi boşlukta hissediyordum. Neyle karşılaşacağımı bilmiyor, kaygılanıyordum. Çok sayıda tanıdık, dost, arkadaş ve akraba enkaz altında kalmıştı. Gelen haberlerin dayanılmaz ağırlığı altında depremin vurduğu Adıyaman’a vardığımda mahşeri bir araç trafiğine yakalandım. Kent merkezine giden yol kapatılmış, Adıyaman’ın güneyinde yapılan yeni çevre yoluna zorunlu olarak yönlendirmiştim. Kaplumbağa hızında kentin güneyine ilerledikçe felaketin şiddetine tanık oluyor, manzara karşısında nutkum tutuluyordu.

Ne olmuştu Adıyaman’a? Yıkılan, yan yatan, üst üste çöken binalar, enkaza dönen bloklar, kapanan yollar, siren ve acıya çalan korna sesleri yaşananlar hakkında yeterli bilgiyi veriyordu. Gökten atom bombası mı düşmüştü, yoksa yerin altında patlamalar mı olmuştu?

Bunca yıkım başka neyle oluşabilirdi?

Zor bela ilerleyen trafikte ilerlerken aklıma Nagazaki, Hiroşima ve Kobani’deki yıkımlar geldi. Zihnimdeki fotoğraflarla örtüşen bir durumla karşı karşıyaydım. Binalar yollara devrildiği için sokaklar, caddeler büyük oranda kapalıydı. Bu kadar büyük yıkıma ilk defa tanık oluyordum. Savaştan beter bir durum vardı ortada. İçim acıyarak yıkılan binalara, sokaklara, kentin üzerinde beliren toz bulutuna baktığımda depremin korkunç yüzünü görebiliyordum. Hangi tarafa baksam yollar yıkıma çıkıyordu. Deprem koca kenti harabeye çevirmiş, her şeyi birbirine katmıştı. Enkaz başlarında oluşan kalabalıklar, dövünmeler, umutsuzca beklemeler hepsi tek karede birleşiyordu.

Sevdiklerini, yakınlarını, evlerini, iş yerlerini kaybedenler enkaz başlarında bir umutla bekleseler de zaman daralıyordu. Artık bazı insanlar için vakit çok geçti. Konuşmak için kendinde güç bulan depremzedeler o kahrolası dakikaları anlattıklarında içim titreyerek ve zaman zaman yutkunarak dinliyordum. Tek kelime ile yaşanılanlar korkunçtu. Gözleri kan çanağına dönen insanların acısı sokaklara taşmıştı. Tanık olduklarım karşısında tek kelime edemedim, içim burkularak izledim. Ölenler, evsiz kalıp soğukta üşüyenler her şeyi sarsmaya yetiyordu. Birkaç binanın enkazını, enkaz başında bekleyenleri kadrajıma alarak deklanşöre basarken, ilk kez fotoğraf çekmekten utanır olmuştum. İnsanların acısı karşısında ne yapacağımı bilemez halde enkaz başında bekleyenlerle birlikte durmuş, bir süre sonra fotoğraf çekmekten de vazgeçip, yıkıntılar arasında kaybolmuştum.

O gece depremin yıkıcı etkisinden kurtulanlar, kurtulduklarına sevinememiş, yaşanan yıkım karşısında dehşete kapılarak enkaz başlarında dövünüp durmuş. Kentten yükselen çığlık sesleri geride kalanları  7.7 şiddetindeki depremden daha fazla sarsmış ve kısa sürede ortalık insanı çıldırtan bir kaosa sürüklemiş. Yaşanılan depremin bir kıyamet olduğunu düşünmüş çoğu insan. Depremle birlikte yağmur, şiddetli dolu ve dondurucu soğuk insanların dayanma gücünü kırsa da, insanların çırpınışı sürmüş saatlerce. Enkaz altında kalanlar çığlıklar atarak beklemiş, yardım istemiş. Canlarını kurtaranlar ise bir şey yapamamanın acısıyla kahrolmuş. Kimisi enkazı tırnaklarıyla kazmaya çalışmış, kimi bulabildiği basit inşaat aletleriyle yıkıntılar arasında sevdiklerine ulaşmaya çalışmış. Yani o saatler için kelimeler kifayetsiz, duygular lal, zaman tuzla buz…

Gün aydınlandığında yıkıntıların ürkütücü boyutunu görenler, acılarını içine gömerek sessizliğe bürünmüşler. Çığlık seslerinin yerini artık inlemeler almış. Herkes kendi kuyusunda debelenmiş, sancısında ağlamış. Üç gün sürmüş bu durum. İnsanlar kendi imkânlarıyla sevdiklerine ulaşmaya çalışmışlar.  Depremin Adıyaman’a göre biraz daha az hissedildiği, hasarın az olduğu komşu yerleşimler Siverek ve Urfa yardıma koşmuş. Sahada olması gereken Afad, Kızılay çok ama çok geç kalmış, yardım ve destekleri koordine etme sorunu yaşamış, kara düzen bir çalışmayla süreç idare edilmiş. Kurtarma ekiplerinin müdahalesi geç ve yetersiz olunca ilk üç günde enkaz altında kalanların çoğu donarak, ya da kan kaybından hayata veda etmiş.

Harabeye dönen, ölümün çıldırtan sessizliğine gömülen Adıyaman’ın yerle bir olduğunu söylemek abartı gelse de, yıkımın şiddeti böylesi bir gerçekliği ortaya çıkarmış. O kara günün ilk ışıklarında, tarih bir yanını yitirmiş. Her şey doğanın insafında sarsılmış, savrulmuş ve yıkılmış. Adıyaman’ın gündüzü karanlığa, gecesi ise karabasana dönmüş.

O günden bu güne zihnimde derin izler var. Depremin süren etkisi, yıkılan binaların sarsıcı fotoğrafı ve gözlerde okunan acının rengi silinmez bir hal almı. Deprem fırtınası üzerinden bayağı zaman geçse de olayın sıcaklığı devam ediyor. Yarılan zamanın ve kırılan fay hattının henüz öfkesinin dinmediği, kentleri vakitli vakitsiz salladığı, yokladığı da oluyor. Belirsizlik içinde sarsılarak yaşama tutunuyoruz. Artık bu belirsizliğe alıştık mı, yoksa çaresizliğe teslim mi olduk bilemiyorum? Herkesin çaresizliği kendine göre ağır olsa da; canlarını, evlerini, sevdiklerini kaybedenlerin ruh hallerini anlatmaya kelimeler yetersiz kalıyor.

Deprem ne kadar şiddetli olsa da, hayatta kalanlar için yaşam bir şekliyle devam ediyor. İster çadırda, ister konteynerde, çorba sırasında, kaldıysa enkaz başında hayat sürüyor. Ölenler ise artık sadece birer sayıdan ibaret olan sevdiklerinin mezarları başında beklemekle  geçiyor. Yakınlarının cansız bedenlerine ulaşamayanların dramı ise çok daha ağır. Mezarsız olmak, varlığı ya da yokluğu belirsiz olmak sarsılmanın en ağırı.

Evini, sevdiklerini, arkadaşlarını, anılarını, komşularını, dostlarını ve bir ömür emek vererek biriktirdiklerini kaybedenler için hayat artık çok zor geçecek. İnsanların henüz yaraları çok taze, yürekleri fokurdayan yanardağ misali, zihinleri acının sancısında.  

Sonuç olarak depremden sonra ilk saatlerde olması gerekenler yoktu ortada. Her şey iklimin ve depremin yıkıcı insafına kalmıştı. Ne teknoloji vardı ortada, ne de övünülen yollar. Her şey ölümün rengine, acının sancısına ve yarılan toprağın şekline dönmüştü. Sadece binalar değil, hayat da yerle bir olmuştu. Ölenler ölmüştü ama geride kalanlar için her şey hala 7.7 şiddetinde yaşanıyordu.

Hep söylenir. Deprem değil, binalar öldürür diye. Bir kez daha bunu acı ile deneyimledik. Demirden, çimento ve kaliteden çalanlar binlerce insanın hayatına mal oldular. Onlara izin verenler, inşaat aşamasında yeterli düzeyde kontrol etmeyenler, kontrol edip göz yumanlar bu sonucun mimarları oldular. Yani katil bir değil, birden fazla.

Oysa 99 yılında şiddetli bir deprem daha yaşamıştı bu ülke. Ne değişti 99 depreminden bu yana? Deprem vergisi, yapı denetim, deprem yönetmeliği…

Ne oldu?

Sonuç ortada.

Demek ki sadece kanun ve yönetmelik çıkarmak yetmiyor. Etkin bir denetim mekanizmasının yanında rüşvet ve nüfuzla iş yapmayı ortadan kaldıracak bir sistematik gerekiyor.

 

IdeaSoft® | Akıllı E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.