Mevsimsiz zamanların ardından...
Mevsimsiz zamanların sancısı.
Şeyhmus Çakırtaş yazdı...
Deprem üzerinden çok gün, dört mevsim, iki bayram, bir yıl geçti. Kışın zemherisi depremden sonra sessiz sedasız bahara, bahar da sancıyla yaza evirildi. Yaz kavurucu sıcaklarla depremi katmerleştirerek, gökyüzünü toz bulutlarına teslim etti. Yani çok şey değişti o dehşet zamandan bu yana. Tarihin bütün zamansız acıları kısacık süreye sığdı. Hiç düşünülmediği kadar öldü insanlar, üşüdü, acıdan yürekleri çatladı, evsiz kaldı, hayatları paramparça oldu. Deprem yetmedi, gök delinircesine üzerlerine yağmur, kar, dolu olarak yağdı, sel olup sürükledi . Bir acıları söküp, uzaklara götüremedi, bir de değişmez yazgılarını.
2023 yılı tuhaf zamanların devamı gibiydi; kurak, bulutsuz ve sarsıcı. Mevsim kar, boran ve yağmursuzdu. Yaşlılar iklimin kuraklığından, havaların olağanüstü sıcak geçmesinden tedirgindi. Son yılların en sıcak kışı yaşanmıştı. Her şey uykudaydı sanki. Bir olağanüstülük çarpıyordu göze. Gökyüzü çorak bir tarla misali arada bir bulutlanıyor, küçük soğuk hava dalgaları görülmesine rağmen yağmur yağmıyordu. Doğa mevsim gereği kar beklerken, gecikmiş bir doğumun sancısı gibi kıvranıyordu zaman.
Sonra, zaman durdu ve sarsıldı her şey.
Takvim yaprakları 6 Şubat 2023 Saat 04.17’i gösterdiğinde her şey bir anda değişiyordu. Önce yağmur, sonra şiddetlenen tipi, dondurucu bir soğuk geceye hakimken, yeryüzü şiddetle sarsıldı, bulutlar delirdi, şimşekler çaktı. Yer titredi ard arda. Dağlarda kayalar oynadı yerinden. Yeryüzü adeta kabardı, zeminde kırılmalar, kaymalar oldu. Binalar çöktü, yollar yarıldı, bazı dere yatakları değişti.
Hatay’dan Malatya’ya, Maraş’tan Adıyaman’a, İslâhiye’den Urfa’ya,Antep’e, Adana’ya, Diyarbakır’a tarihin en şiddetli depremi yaşandı o gece. Depremin vurduğu kentlerin büyük kısmı tümden yıkıma teslim oldu. Ne iletişim kaldı, ne de müdahale edecek kurum. İnsan çığlıkları yükseldi gökyüzüne, o lanet olası zamanda. Her şey karanlık saatlerin bitmez bilmeyen zemheri soğuğunda ölüme evirildi.
Depremde sağ kalanlar ,yıkım karşısında şok oldular. Korkunç bir kabus gördüklerini düşündüler ama gördükleri gerçekti. Sarsıcı, kabustan beter, yürek çatlatan bir durumla karşı karşıyaydılar. Her şey yerle bir olmuş, binalar yollara yıkılmıştı. Korku, şaşkınlık ve iliklere kadar işleyen soğuk gerçekle kabus arasında bir yerde duruyordu. Bilinçsizce koşuşturmalar, çığlık çığlığa bağrışmalar ve giderek kaosa dönen dehşet dolu o anlar için kelimelerin kifayetsiz kaldı. Enkaz altında yardım çığlıkları, yarı çıplak dışarı fırlayanların bağrışmaları ve korku ile göz bebekleri büyüyen çocuk bakışları.
Tek kelime ile dehşet saatleriydi yaşanılanlar.
Yıkım öylesine sarsıcıydı ki herkes adeta felç olmuş durumdaydı. Müdahale etmesi gerekenler yoktu ortada. Kurtulanlar karanlıkta, buz gibi havada bir umutla kendi imkanlarıyla enkazdan sevdiklerini çıkarmaya çalıştılar. Sabaha doğru ortalık aydınlanınca dünyanın sonunun geldiğini düşündüler ve daha bir yığıldılar dizlerinin üstüne.
Ölüm deprem bölgesine bir karabasan gibi çökerken, yöneticiler yoktu ortada. AFAD’ın kurtarma ekipleri enkaz başında görünmüyordu. Telekominasyon çökmüş, yollar depremle kullanılmaz haldeydi. Her şey ama her şey ölümü çağrıştırıyordu.
Yapılacak tek bir şey vardı, bir an önce toparlanıp, enkaz altında kalanlara ulaşmak. Geride kalanlar da bunu yaptı, iş başa düşmüştü.
Adıyaman’da bir grup vatandaş depremin sabahında valilik binasına gelerek bizzat valinin yüzüne “Kurtarma ekipleri nerede? Her taraf yıkıldı, enkaz altında insanlar can çekişiyor!” diyerek durumu anlatmaya çalıştıkları ve valinin bu durum karşısında alay edercesine güldüğü kameralara yansıdı ve vali Mahmut Çuhadar’ın durumu Ankara’ya “Üç-beş bina yıkıldı, burada sorun yok” diye rapor ettiği basına sızdı. Vali ya gerçekten yıkımı görmemiş, ya da olanları gizleme gereği duymuştu. Oysa gerçekte Adıyaman ilk sarsıntılarda büyük bir yıkımla karşı karşıyaydı.
Birinci ve ikinci gün depremde sağ kurtulanlar, enkaz altında kalan sevdiklerine ulaşmak için tırnaklarıyla kurtarmaya çalıştılar. Devlet de yıkıntılar arasındaydı maalesef…Zaten az olan kurtarma ekipleri ortalıkta görünmüyor, felaketin büyüklüğü karşısında yeterli gelmiyordu.
İlerleyen zamanda sesler kesilmeye, kentler ölüm sessizliği gömülmeye başladı. Geride kalanlar aç sefil enkaz başında soğukta çaresiz beklediler. Sığınabilecek bir çadır, başlarını sokabilecek bir kapalı alan yoktu. Sokaklar ölüm sessizliğinde yakılan ateşlerle aydınlanıyordu. İkinci gün arama kurtarma biraz daha artsa da sistemli bir çalışma yoktu henüz. İnsanlar ancak enkaz altından çıkarabildikleri sevdiklerini toprağa vermekle meşgul oldular. Acı büyüktü, kayıplar korkunçtu, yıkım düşünülmediği kadar şiddetliydi.
Değişik kentlerden kurtarma ekipleri iki veya üçüncü gün ulaştılar yıkılan kentlere. İnsanlar ölümün koynunda kurtarılmayı beklediler. Kaos öylesine fazlaydı ki kimin ne yaptığı belli değildi. Kısa sürede mezarlıklar dolmuş, rakamlar korkunç boyuta ulaşmıştı. Depremden etkilenen insanların sığınabilecek bir evleri, ısınabilecekleri bir sobaları yoktu artık. Elleri göğüslerinde bağlı çaresiz bekliyorlardı, neyi beklediklerini de bilemeden. Bir kase çarbo için sıraya girdiler, ekmek ve su için beklediler. Birilerin insafına kalmaları zorlarına gitse de elden gelen bir şey yoktu. Yarı aç, yarı çıplak ve açıkta yaşamak zorunda kaldılar kışın ortasında. En çok da çadıra ihtiyaçları vardı ilk günlerde. Kar, kış, kıyamet sürüyordu. Çadırsızlık en büyük sorundu. Halk seferber olmuştu ama çadır bulunmuyordu. Kızılay çadır dağıttığını söylese de binlerce insan açıkta kalmıştı. Kamuoyunda çadır tartışmaları sürerken Kızılay’ın ‘Ahbap’a’ çadır sattığı çıkmıştı ortaya. Binlerce, on binlerce insan çadırsızken, Kızılay’ın çadır satması bir öfkeye neden olsa da depremzedelerin tepki gösterecek halleri kalmamıştı. Acı o kadar büyüktü ki, depremden kurtulanlar yaşadıkların farkında değillerdi, ölenlerle ölmüşlerdi sanki.
Harebeye dönen kentlerde dehşeti yaşayanlar daha fazla sefil olmamak için yakınlarının bulunduğu kentlere göçe başladılar. Kısa sürede kentler adeta boşaldı. Kaçabilem kaçtı, kaçamayanlar da derme çatma çadırlarda kaldılar. Mezarlığa dönen kentlerde hayat zordu artık. Her şey hem çok pahalı, hem de ulaşılmaz hale gelmişti. Uzun süre içme suyu sorunu yaşandı. Çöken su şebekeleri, tıkanan kanalizasyon sistemi, bozulan yollar yeni sorunlar yaratarak, hastalıklara davetiye çıkardı. Bu nedenle kentler depremin etkisini üzerinden atamadı uzun süre, süreklileşen artçı depremler de hayatı olumsuz etkiledi, etkiliyor.
Yakınlarının cenazesine ulaşamayanlar, hastanelerde cenazelerini kaybedenler depremin ağır travmalarını yaşayarak hayata tutunmaya çalıştılar.
Bütün bu kaos ortamında zaman akıyordu olağan hızında. Bayramlar geliyor; yıkılan, toprakla bir olan ve artık olmayan evlere. Çocuk sevinçleri, çatal kaşık sesler yoktu, kaybolmuştu deprem bölgesinde. Hüzün akıyordu yıkıntılara, toprağa karışan anılara. Enkaz başında aile albümleri rüzgarla savruluyor, geçmişin anları karanlıklar içinde yok oluyordu. Paramparça olmuş hayatların ortasında hayata tutunmaya çalışan depremzedeler için her şey zordu ve yürekleri delerek geçiyordu zaman. Uykusuz günler, sihrini kaybetmiş zaman ve bir canavarı andıran yıkıntılar hayatlarının bir parçasıydı.
Depremde evlerini, mal ve mülkünü kaybedenler, sevdiklerini toprağa verenler ne geleceği görebildiler, ne de geçmişten kalan izleri. Kör olmuştu bütün zaman. İnsanların çoğu güçten, moralden düşmüştü yıkıntılar arasında. Ne ellerinde bir iş, ne de hayal kuracak bir umut vardı. Yıkılan sokaklar bir bir ortadan kalkıyor, o cıvıl cıvıl evler, o çocuk dolu sokaklar yıkım çalışmalarıyla kayboluyordu. Kentler ölüm sessizliğinde, asbest içeren toz bulutlarının gölgesinde yaşama tutunmaya çalışıyordu.
Ve bahar sessiz sedasız yıkılan, yerle bir olan kentlere uğruyor, ıslak havasında kokusuna toz karışıyor, enkazdan dağlar oluşuyordu. Deprem ne mevsim bırakıyor, ne de mevsimlere bakacak göz, hissedecek yürek.
Güneş bile puslu doğuyordu o günden sonra. Rüzgar hüzünlü, yağmur ağlamaklıydı zamana. Bahar sessizce sinse de doğaya, ölümler karşısında kendini yakıştıramıyordu toprağa . Her şey yeşile çalıyor olsa da hüzündü bütün günler. Toprağın altı da kararsızdı, sallanıp duruyordu. Arada bir resmileşiyordu zelzele. Deprem kentlerinde gün yirmi dört saat havada ölümün parçacıkları, asbest kokak toz bulutları vardı artık. Yıkım öldürdüğünü öldürdü, öldüremediğini tozuyla yaralıyor, ciğerlerine oturuyor, nefesine ortak oluyor, bütün mevsimlerin yüzünü yok ediyordu.
Deprem kentleri ölüm koktu bütün yıl boyunca. Her yer mezarlık, her yer ağıtın çığlığında lal. Ölümün tuhaf bir kokusu sardı zamanı. Tarifi imkansız, kelimeler kifayetsiz... Biraz sessizlik, biraz öfke ve boğazda biriken çığlık.
Mezarlıklar ise mahşer kalabalığı. Çığlık çığlığa insanlar.
Ve korkunç bir sancı..
Morfin versen kâr etmez türden.
Asıl deprem bundan sonra başlıyordu. Artık el ayak çekilince, sokaklar ilk günlerin karmaşasından uzak acılarıyla baş başa kaldı. Çarşılar çarşı değildi. Yol yönünü kaybetmiş, sokaklar silinmişti haritadan. Arsalar mezarlık, binalar ölüm saçan bir korkuluktu bütün yıl boyunca. Bazen çöküveriyordu kendi başına ağır hasarlı binalar. Hatta ölenler oluyordu bu binalarda. Daha geçen hafta Urfa Bozova Dina Köyünde çöken binada 2 kişi ölüyor, 8 kişi yaralanıyordu. Keza aynı durum deprem bölgesinde sık sık yaşanıyordu. Ölümüne bir çaresizlik vardı ortalıkta. Kentler ağır hasarlıydı ve sığınabilecek bir yer yoktu.
Bunca ölümden sonra normale döner mi zaman bilmiyorum.? Bana öyle geliyor ki deprem kentlerinde sanki bir göç mevsiminde geçti zaman. Ve sürdü bütün şiddetiyle deprem. Yerin altında ve üstünde. Her yönüyle sarstı . Mevsimleri baharsız, toprağı susuz, gökyüzünü mavisiz bırakarak.
Uzun lafın kısası geçen bir yıl içinde yaraların büyük kısmı kabuk bağladı, ama hayatın yakıcı gerçekliği sarsmaya devam ediyor. Göç edenlerin bir kısmı geri döndü. Sahada bulunan gönüllü yardım örgütleri bir bir azaldı ve giderek alandan çekildi. Halen yıkımı bekleyen binlerce bina var. Bu kentlerde iş yok, üretim yok, ticaret durmuş durumda ve hala kalıcı konut sorunu en yakıcı mesele olarak ortada duruyor.
O gece binalar insanları öldürdü, zaman durdu, deprem şimdi geleceği vuruyor.
İşte buna dur demeliyiz artık. Ölenle ölünmüyor ama evsiz, işsiz de yaşanılmıyor.